DİYAR-I KÜFRÜ GEZDİM

Tanzimat döneminin önde gelen şahsiyetlerinden birisi Ziya Paşa’dır. O dönemde hem siyaset hem de edebiyat sahnesinin baş aktörü olarak görev yapan Paşa, mısralarında; memlekette işlerin kötüye gittiğini, idarecilerin görevlerinin ehli kişiler olmadıklarını, halkın idarecilerden şikayetçi olduğunu, rüşvet ve adam kayırmanın hat safhaya ulaştığını haykırıyor; ahlaki çöküntü, bencillik, zulüm, taassup, taklit, gösteriş, tahakküm, özenti gibi hastalıkların toplumu mecalsiz bıraktığını söylüyordu. Onun mısraları aynen bugünleri anlatır niteliktedir.

İşte o mısralardan birinde Paşa, Avrupa tecrübelerinin ardından bütün benliğiyle inancının yoğurarak şöyle haykırır ve de hayıflanır:
Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm
Dolaştım mülkü İslamı bütün viraneler gördüm

Küfür tek millet halinde, beldeler ve kaşaneler görünümündeyken; İslam dünyasının hâli pürmelali ise paramparça, pejmürde, perişan, darmadağın, virane bir fotoğraf görünümündedir.Paşa’nın virane ve kaşaneden kastı milletin ruhu ve manevi hayatıdır.Batı’nın 400 yıl önce ektiği tohum meyvesini vermiştir.İslam ruhunu bizden çalmış ve bizi ruhsuz bırakmıştır.

Âkif de aynı gerçekleri haykırır:

Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanla kabusu
Asırlar var ki İslamın muattal beyni bazusu.
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin diyorlar. Gördüğüm; Yer yer;
Harap iller, serilmiş hanümanlar, başsız ümmetler.
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,
Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar,
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar,
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar,
Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler,
Örümcek bağlamış tütmez ocaklar, yanmış ormanlar,
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar,
“Gaza” namıyla dindaş öldüren bî-çare dindaşlar,
Ipıssız aşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar,
Emek mahrumu günler, fikr-i ferda bilmez akşamlar…
………….
Derinden gelir feryadı yüz binlerce âlâmın
Ufuklar bir kızıl çember, bükük boynunda İslam’ın.

Aynı dertten muzdarip bir başka şair Muhammed İkbal ise 1908 yılında İngiltere’deki çalışmalarını tamamlayıp ülkesine dönmeye karar verdiğinde Sicilya adasında şu mısralar dökülür dudaklarından:

“Ey garip yolcu! Sen bu eski aşina sahillerden geçerken gözyaşı dökmek değil, kan ağlamalısın. Çünkü bu hazin ülkeler İslam medeniyetinin matemler içinde gurup ettiği hicranlı ufuklardır. Ey öksüz sahiller asırlar boyunca ezen sesleri dinlemiş; fakat bugün içim kan ağlamaktadır.”

Evet, Batı müteyakkız bir haldeyken; İslam dünyası büyük bir gaflet içindedir. Bu gafletten uyanma zamanı gelmiş, geçiyor. Tarihte biz dipdiri, capcanlı bir ruh ile ihtişamlı idik; kâşaneler bizimdi, virane olan ise onlardı. Şimdilerde o ruhu kaybettik. Halimiz ortada. İşte Bosna, İşte Çeçenistan, işte Irak… Ve diğerleri… Ağlanacak bir haldeyiz. Öyle değil mi? Bir tarafta viran olmuş İslam dünyası, diğer tarafta ise kendini bu viraneden emdiği kanlarla besleyen batı dünyası…

Çocuk-sabi demeden, yaşlı-genç demeden önüne ne gelirse katlediyor, öldürüyor, yakıyor, yıkıyor, kan akıtıyor… Dün Keşmirdi, Çeçenistan’dı; bugün Irak, Lübnan... Yarın daha başka bir yer… Ama mutlaka bir Müslüman kanı akıtılıyor…
YILMAZ KISA

Edebî terbiye

Milletlerin gelişiminde en etken amillerden birisi hiç şüphesiz edebî terbiyedir. Bugünkü anlayışlar maalesef edebî terbiyeyi yok hükmünde saymakta, gelişim ve ilerlemeyi teknoloji zaviyesinden değerlendirmekte.Her ne kadar teknoloji ve fen alanındaki ilerlemeler insanların maddi refah seviyesini yükseltir, yaşadıkları mekânları ihtiyaca uygun şekilde donatırsa da bu gelişmede insan ruhunun zenginleşmesi veya gönüllerin imarı konusunda bir yükseliş veya zenginlikten söz edilemez.
Günümüz insanlarının pek çoğu, edebîyatı yalnızca bir eğlence aracı gibi algılamaktadır. Bu bakış açısı onu diğer eğlence vasıtalarının cazibesi karşısında tercih edilmez konuma getirmekte ve insan ile edebî eser arasında ünsiyet oluşmamaktadır. Oysa edebîyat terbiyenin kaynağıdır ve edebî eserler ahlakın yükselmesine zemin hazırlarlar. Ortak vicdanın oluşması, toplumsal paylaşımların benimsetilmesi, düşünce ve his ufuklarının genişlemesi hep edebî eserler sayesinde muhkem bir yapı kazanır. Ortak yüz kitabı bile okumamış bir toplumun bireyleri birbirlerinden ne kadar uzak, anlayışları birbirine ne kadar zıt ve çelişkili olur; ülkemizin son dönemlerdeki çalkantılarına bakarak anlaşılabilir.
Her toplumda düşüncenin olgunluğu edebîyatın olgunluğu ile paralel ilerler. Belki de bu yüzdendir, büyük ilim adamlarının hepsi edebîyatın yüksek olduğu toplumlarda yetişir. Tarih yüzyılları tasnif edilirken, önce edebîyat bakımından yükselmiş, sonra da bu edebîyatın zengin dil zemininde bilimsel çalışmalarda ilerlemiş dönemler daima öne çıkar. Çünkü edebîyat millet hayatının dilidir ve bu itibarla en büyük ilim sayılır. Yoksa güzel yazı yazmak veya yazıyı güzel yazmak neden dünyanın her yerinde takdir toplasın ki?!..
İnsan yaratılışının esası kemal ve olgunluk üzerine kurulmuştur. Güzellik insanın asli vasfı olmayıp hakiki güzellikten (Cemal) ödünç alınmış geçici bir sıfattır. Bilim ve teknoloji insana güzellikle birlikte şeklen de güzel bir hayat sunar. Dıştan bakıldığında güzel görünen veya öyle zannedilen bu hayatın sürekliliğini, süreklilik içindeki kemalini ise edebî eserler sağlar. Bütün bir ömür boyunca artan olgunluk (insan-ı kâmil) yanında gittikçe yitirilen fâni güzelliğin peşine düşmek insanı ne bahtiyar eder, ne de ömrüne sermaye olur. Kalıcı olanı bırakıp geçici olanın peşine düşmek iflasın ta kendisidir. İşte günümüzde insanlık bu iflasın sancısını çekmekte, bu yüzden didişip durmaktadır. Gülümsemelerin yerini çatık kaşların alışı, toplumsal bir hayat sürmekle birlikte tekil ömürler yaşayışımız hep bir edebîyat terbiyesinden geçmemenin sonucudur. Oysa insanlığın biriktirdiği miras içinde edebîyat eserlerinden daha sağlam ve sürekli bir hatıra yoktur.
***
Türkiye'mizde bugün edebîyat kavramı örselendiği, fersudeleştirildiği içindir ki fen bilimleri dahi gerektiği biçimde anlaşılamamakta, bilimsellik seviyesi düşmekte, ilmi veya akademik kitaplar yeteri kadar revaç bulamamakta, hatta yazılamamaktadır. Eli kalem tutan insanların çoğu, mesailerinin temelini kendi öz dillerini kavramaya ayırmadıkları müddetçe de doğru dürüst bir eser ortaya konulamayacak; yahut ortaya konulan eserler, çağları kuşatacak ömürlerden mahrum kalacaktır. Ülkesinin ilerlemesini isteyen herkesin öncelikle kendi diline ve o dil ile meydana getirilmiş 'eser'lere yönelmesi zaruridir. Yoksa dil elden çıkarken 'eser' de elden çıkıp gidiyor. Kitapçı vitrinlerine bakınız, ne demek istediğim anlaşılır.

LAF OLSUN DİYE
Şair ile vezir III. Mustafa devrinin ünlü şairi Haşmet, devrin veziri ve yine şuaradan olan Koca Ragıp Paşa'nın himayesinde yetişmiş, onun konağında büyümüş, nükteleriyle ve başından geçenlerle devrinin seçkinleri arasında zarif bir adam olarak yaşamıştır. Hakkında fıkralar uydurulacak derecede nüktedan olan Haşmet, aynı zamanda nükte kaldırır, gediğine konulan nüktelerde asla gönül hatır hesabı gözetmezdi. Koca Ragıp Paşa da bu tür nüktelerden hoşlanır, onu adeta teşvik ederdi.
Haşmet, konakta yetişmekle birlikte görevleri itibarıyla da terfi ederek yükselmişti. Paşanın kitapdarlığını yaptığı sıralarda pek çok kıymetli kitabı onun adına satın alıp İstanbul'un Laleli semtindeki ünlü Ragıp Paşa Kütüphanesi'nin kurulmasına ve koleksiyonun zenginleşmesine vasıta olmuştur.
Rivayet olunur ki bir müzayede esnasında yine pek çok kıymetli kitaplar satın alan Haşmet, onları hamallara taşıttırırken biraz sertçe çıkışınca Kassam katibi Rıza Seyit Efendi takılmadan duramamış:
- Haşmet Efendi hep mühim kitaplar alıyorsunuz; galiba ya hiç birisini okumuyor veya okuduklarınızla amel etmiyorsunuz. Haşmet kabalık ve terbiye noksanlığıyla itham edildiğini anladığı için cevabını sakınmadan söyleyivermiş:
- Ben pek okumam, muhtaç olanlara okuturum.
Verdiği cevap Rıza Seyit Efendi'ye olmakla birlikte Koca Ragıp Paşa'ya yetiştirilmekte gecikmemiş ve Haşmet'in bulunduğu bir mecliste Paşa'ya bunu anlatmışlar. Paşa buna önce gülmüş, sonra da Haşmet'i koruyacak şekilde şu cevabı vermiş:
- Biz çocukken Sadi'nin Gülistan'ından Farsça okurduk. Terbiyeyi terbiyesizden öğrenmeyi oradan talim etmiştik.

BERCESTE
Kabiliyyet dâd-ı Hak'tır her kula olmaz nasîb
Sad-hezâr terbiyye etsen bî-edeb olmaz edîb
(Yetenek bir Allah vergisidir, herkese aynı oranda nasip edilmemiştir. Edep de bir nasip işidir, edepsizi binlerce kez terbiye etsen, yine de edeplenmez.) Laedrî

İskender Pala, Zaman, 22 Temmuz 2008

ERDEM BEYAZIT SON YOLCULUĞUNA UĞURLANIYOR

Edebiyat dünyasının önde gelen kalemlerinden şair ve yazar Erdem Beyazıt 05.07.2008 tarihinde 69 yaşında aramızdan ayrılmıştı.Geçtiğimiz günlerde 50. sanat yılı kutlanan şair ve eski Milletvekili Erdem Bayazıt, bir kaç yıldır akciğer kanseriyle mücadele ediyordu. Merhumun naaşı bugün ikindi namazını müteakip Eyüp Sultan'da defnedilecek. Kırkambar olarak kendisine Allah'tan gani gani rahmet diliyoruz. Mekanın cennet olsun ey "Sebep ey" şairi... Yan tarafta şairin dostlarıyla çekilmiş son fotoğrafı yer alıyor.

Erdem Beyazıt kimdir?
1939’da Kahramanmaraş’ta doğdu. İlkokul ve Lise öğrenimini burada tamamladı. Yüksek öğrenimine 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde başladı. Geçim zorluğu yüzünden 1961’de öğrenimini devam mecburiyeti olmayan Ankara Hukuk Fakültesine naklederek askere gitti.

Askerliğini yedek subay öğretmen olarak Burdur İli, Yeşilova İlçesi, Çuvallı köyünde yaptı. Askerlik dönüşü fakülte değiştirerek yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebıyatı Bölümünde tamamladı. Edebiyat öğretmenliği, kütüphane müdürlüğü yaptı. İstanbul Türk Musikîsi Devlet Konservatuarı’nın kuruluşu sırasında genel sekreter olarak çalıştı. Daha sonra, Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü Eğitim Dairesi Başkan Yardımcısı iken bu görevinden istifa suretiyle ayrılarak Akabe Yayınları’nın ve Mavera dergisinin yönetimini üstlendi.

1984’te Akabe A.Ş.’nin İstanbul’a taşınması kararı ile bu görevini devrederek yeniden memurluğa döndü. DPT’de sözleşmeli personel olarak çalışırken, 1987 Milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi’nden aday oldu. Kahramanmaraş’tan milletvekili seçildi. TBMM’nin 18. Dönem çalışmaları süresince Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev aldı. 1991 seçimlerinde adaylığını koymadı, İstanbul’a yerleşti. Evli ve dört çocuk babasıydı.

Tok, kavgacı, destana yatkın bir üslûpta söylenmiş olan şiirlerinde ayrıca ince duyarlılıklar işlenmiştir. İslâmî ton bir “leit-motiv” halinde bütün şiirlerine yayılmıştır. Şiirleri Açı (K. Maraş), Çıkış (Ankara), Yeni İstiklâl, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera ve Yedi İklim dergilerinde yayınlanmıştır.

Aldığı Ödüller:
Risaleler; Türkiye Yazarlar Birliği 1988 Şiir Ödülü.
İpek Yolundan Afganistan'a; TYB 1983 Gazetecilik Ödülü.
Strazburg'da 5. Uluslararası Şiir Şöleni; Yahya Kemal Büyük Ödülü.

Eserleri: *Sebeb Ey İlk şiir kitabı 1972'de Edebiyat Dergisi Yayınları (2. baskısı Akabe Yayınları, 1979) *Risaleler son şiirleri adı altında Akabe Yayınları arasında 1987 yılında çıktı (2. baskı 1989). *Şiirler (Sebep Ey ve Risaleler iki kitap bir arada) İz Yayıncılık tarafından 1992 yılında basıldı (4. baskı 1998). *İpek Yolundan Afganistan'a:1981'de İran, Pakistan, Afganistan ve Hindistan'ı içeren iki aylık gezi ile ilgili izlenimlerini kitaplaştırdı (Akabe Yayınları 1982).

Arkadaşının Ağızından Erdem Beyazıt'ın Şiiri


Celâdetle lirizmin buluştuğu şiir
Erdem Bayazıt’la yarım asrı devirmiş bulan ilişkimiz, kelimenin tam ve kâmil anlamıyla bir dostluk olarak yaşanmıştır. 1955 yılında, Maraş Lisesi’nin birinci sınıfına başlamış öğrenciler olarak tanıştığımızda o, çoktandır şiirlerini yazmaktaydı.

Maraş’ın yerel gazetelerinde olsun, gene aynı dönemde rahmetli Cahit Zarifoğlu, rahmetli Alaeddin Özdenören, rahmetli Sait Zarifoğlu, Hasan Seyithanoğlu ve daha başka arkadaşlarımızla çıkardığımız dergilerde, kader, bizi daima aynı adreslerde buluşturdu. Edebiyat ve Mavera dergilerinin çıkartılmasında da, bu isimlere ek olarak rahmetli Akif İnan, Nazif Gürdoğan’la aynı ortak etkinlikleri paylaştık.

Her şiir için söz konusu olabileceği gibi Erdem Bayazıt’ın şiirine de çeşitli açılardan yaklaşmamız mümkündür.

Modern dünyanın bir şairi olarak ve modern dünyada yaşayan bir şair olarak, onun şiirine hangi perspektiften bakmalıyız?

Acaba Yunus Emre’nin veya Mevlânâ’nın veya Fuzuli’nin ve benzeri şairlerin şiirlerinde tebellür eden İslâmî duyarlığı özdeş olarak Erdem Bayazıt’ın şiirinde bulmaya çalışmak bizi sakil bir anakronizme götürmez mi? Bu soruyu ortaya koyuyoruz; çünkü değindiğimiz anakronizme düşen eleştirmecilerimizin tespitlerine tanık olunmuştur.

Oysa İslâm edebiyatının veya başka bir söyleyişle Müslümanların meydana getirdiği edebiyatın klasik dönemindeki ürünlerle günümüz şairinin ürününü aynı ortak payda döneminde denkleştirmek, bizi, tam da vurguladığımız anakronizme düşürür.

Şöyle ki, klasik dönem Müslüman şairleri, içinde yaşadıkları İslâmî ortamın Müslümanca havasını teneffüs ve terennüm ediyordu. Ancak günümüzün şairi, hiç de klasik dönem şairlerimizin soluduğu kültür ortamında yaşamıyor. Tersine, onun yaşadığı çağ, klasik dönemin tümüyle dışına düşmüş durumdadır. Ne ki, bir Müslüman şairin böylesi bir ortamda bile, yaşadığı çağın havasını Müslümanca bir söylemle terennüm edecek bir şiiri seslendirmesi mümkündür. Bence Erdem Bayazıt’ın denemek istediği şiir, bir Müslüman şairin içinde yaşadığı teknolojik hengameye karşı bir protesto sesi olmaya yönelmiştir. Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı kitabında bize çok yakın duran bir değerlendirmede bulunarak: “Barbar güçlerin, teknolojinin yıktığı, Tanrı’dan kopardığı insanın manevî kurtuluşunu arayan …” bir şiir olarak değerlendiriyor. Bu şiir, elbette, klasik dönem şairlerimizde bulunmayan bir eleştirel tonlamayı da barındırmaktadır bünyesinde.
Onun şiirinde, bir yandan Köroğlu’nun, Dadaloğlu’nun celadetli haykırışına denk ünlemlere tanık olurken, bir yandan da protestosuna mâkes olan yiğitçe kahırlanmalar işitiriz. Uzaklardan Dede Korkut’un hikemi tavrına hoşâmedî yapıldığını görürüz.Ancak bu şiirin dibinde yatan ve o şiirin usaresi mesabesinde duran lirizmi ihmal etmememiz gerekiyor. Erdem’in, birkaç yıl önce Kaşgar dergisinde yayınlanan ve elimizdeki Şiirler -Sebeb Ey, Risaleler, Gelecek Zaman Risalesi- toplamında yer alan “Kız Kulesi” şiiri, söz konusu lirizmin doruk noktasında yer alıyor. Bu şiirin içinde yer alan dramanın ve tonlamasındaki facia atmosferinin; bunun yanında süregelen içli ve dokunaklı söylemin onun yeni yazacağı şiirlerde nasıl dışa vuracağının işaretini de veriyor. Bu itibarla, yazacağı muştusunu verdiği Üsküdar Şiiri’ni heyecanla beklediğimizi burada açıklamak istiyorum.

O, şiirindeki ünlemli tonlamayla lirizmi buluşturan söylemiyle kendi alanındaki en olgun bileşimi gerçekleştiren şairlerin önde gelenlerinden biridir.

Kaynak:Rasim Özdenören, Kitap Zamanı, Sayı: 25, 4 Şubat 2008, s. 18.

BULMAK

Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti
Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti
Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma
Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma
Çiçeğe durdu kalbim içtim parmaklarından
Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından
Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde
Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde
Bir ışık bir kelebek biraz çiçek biraz kuş
Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş
Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine
Kapılıp gidiyorum saçının sellerine
Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar
Bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar
Bir kurtuluştur o an çağrılsa senin adın
Sesin ne kadar sıcak sesin ne kadar yakın
Tabiat bir bembeyaz gelinlik giymiş gibi
Yüzüme kar yağıyor sanki elinmiş gibi
Sensiz geçen zamanı belli yaşamamışım
Sensizlik bir kuyuymuş onu aşamamışım
Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden
İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden
Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm
ERDEM BAYAZIT

50. sanat yılında edebiyat dünyasını yetim bıraktı

Modern Türk şiirinin gür sesli şairlerinden Erdem Bayazıt, (69) dün İstanbul'da vefat etti. En çok bilinen şiirlerinden birinde dediği gibi, 'ölümsüzlüğü tattı'.
Uzun süredir kanser tedavisi gören şairin sağlık durumu son zamanlarda iyileşmeye durmuş, bu da dostlarını umutlandırmıştı. Bayazıt dün (05.07.2008), saat 19.00'da aramızdan ayrıldı. Cenazesi, yarın ikindi namazını müteakip Eyüp Sultan Camii'nden kaldırılacak.

Erdem Bayazıt, bir neslin Erdem Ağabey'i olarak hatırlanacak hep. O heybetli duruşunu yumuşatan sıcacık güler yüzü, bir çocuk duyarlığı taşıyan merhametli bakışları ve babacan tavrıyla... Yalın bir insandı, külfetsizdi. Sanki 'ağabey' olsun diye yaratılmıştı. Onu görünce insanın kalbi yumuşardı. Bir dönem siyasete atılmış, milletvekili olmuştu; ama o dünyaya yabancı olduğu her halinden belliydi. Vekilliği sona erince bir daha dönmedi siyasete. Onun asıl sanatı şiirdi. Genç kuşakların ondan öğrendiği en temel bilgi, vicdanının sesiyle konuşmaktı galiba. İnsanlığın acılarına ağlayabilme inceliği...

İlk kitabı "Sebep Ey!" yayımlandığında, Türk edebiyatı o güne kadar pek alışık olmadığı yerli bir lirizmle, zulme ve haksızlığa açıkça meydan okuyan, gönlünün coğrafyası geniş bir şairle tanışıyordu. Şiirindeki bu damar, daha sonraki eserlerinde güçlenerek ve genişleyerek yeni mecralar buldu. İslam coğrafyasının acıları modern şiirimizde belki de ilk kez onun şiirlerinde gür bir sesle dile getirildi. Afgan cihadı üstüne yazdığı şiirler, bir dönemin ruhunu yansıttı ve bir bilinç ışıldaması oluşturdu. Mehmet Kaplan başta olmak üzere kimi eleştirmenler, onun şiirini yanlış anladı ve yorumladı. O, İslam uygarlığını bir bütün olarak ele alıyor ve ondan kopan modern insanın yalnızlığını, şehirlerde beton duvarlar arasında kayboluşunu, emeğinin sömürülüşünü anlatıyordu. Acı kadar umut da vardı şiirinde, bir müjdeden söz ediyordu. Suların coşacağını, denizlerin kabaracağını, ölü şehirlerin canlanacağını ve bir gün yıldızlar arasından yemyeşil bir rüzgârın eseceğini haber veriyordu: "Sizin bahçenizde büyüyecek imanın güneş yüzlü çocuğu."

Erdem Bayazıt hep dostlarıyla anılan nadir insanlardan biridir. Onun adı anılanca peşinden Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören, Rasim Özdenören, Akif İnan, Alim Kahraman... adlarını anma gereği duyarsınız. Ve elbette Kahraman Maraş'ı... Şimdi Kahramanmaraş da dostları da onu yitirmenin acısını yaşıyor. Fakat o daha erken yaşlarında ölümü öylesine sindirmişti ki içine, bunu öyle dokunaklı dizelerle ilan etmişti ki ardında kalanlara diyecek pek fazla birşey de bırakmamıştı. Bize, geride kalanlara söyle diyordu bir şiirinde:
"...Ne tuhafsınız dostlar
Güçsüz kadınlar gibi ağlaşmak niye
Yükselmek varken ölümsüzlüğe..."

Hep şiire ve edebiyata döndü
Erdem Bayazıt, 1939 yılında Kahraman Maraş'ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yüksek öğrenime başladı. 1963'te yüksek öğrenimine ara vererek askere gitti. Askerlik dönüşünde Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldu. 1971 yılında buradan mezun olan Bayazıt, Kahramanmaraş Lisesi'nde edebiyat öğretmeni olarak göreve başladı. Daha sonra Kahramanmaraş İl Halk Kütüphanesi'ne müdür oldu. Öğrencilik yıllarında şiir yazmaya başlayan Bayazıt, Edebiyat ve Mavera dergilerinin kurucuları arasında yer aldı. İlk şiirleri 1958'de Kahramanmaraş'ta yayınlanan Hamle dergisi ve Gençlik gazetesinin sanat ekinde çıktı. Şiir ve yazılarını Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim dergileri ile Yeni İstiklal, Yeni Devir ve Zaman gazetelerinde yayımlandı. İlk şiir kitabı olan "Sebeb Ey" 1972 yılında Edebiyat Yayınları arasında çıktı. 1981 yılı Temmuz ayında Ajans 1400 film ekibiyle birlikte Afganistan'a doğru yola çıkan şair, Pakistan'ın Peşaver kenti başta olmak üzere İran, Hindistan ve Afganistan içlerini gezdi. Yaptığı bu iki aylık gezinin izlenimlerini topladığı "İpek yolundan Afganistan'a" adlı eseriyle 1983 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü'nü kazandı. 1984'te Devlet Planlama Teşkilatı'na sözleşmeli personel olarak giren şair, daha sonra bu görevi bıraktı. 1987 milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi'nden Kahramanmaraş milletvekili seçilerek Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev aldı. 1988 yılında "Risaleler" adlı şiir kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği Şiir Ödülünü kazandı. Milletvekilliği sona erdikten sonra İstanbul 'a yerleşti. Evli ve dört çocuk babası olan Bayazıt'ın bütün şiirleri "Şiirler" (2007) adıyla İz Yayıncılık tarafından yayımlandı.

ERDEM BAYAZIT'IN ARDINDAN
Rasim Özdenören: "Yoğun bir üzüntü içerisindeyim. Erdem Bayazıt denince aklıma ilk gelen, asalet. Bütün hayatı asil hareketlerle asil davranışlarla geçti. Şiiri de kendisinin asaletini yansıtıyordu. Nesri de öyleydi; belki çok fazla yazmadı ama yazdıkları edebiyatımız için yeterlidir ve büyük bir kazançtır. Kendisiyle 50 yıldan fazla süren bir yol arkadaşlığımız oldu. Bu süre zarfında en küçük bir tartışmamız olmadı. Beraber aynı evi, aynı odayı paylaştığımız yıllar oldu. Edebiyatımız için Türk insanı için büyük bir kayıp olduğunu düşünüyorum. "
Turan Koç: "O bizim ağabeyimizdi. İsmiyle, suretiyle, siretiyle ağabeydi. Protokol kelimesi olarak söylüyoruz ama; bey kelimesi kolay kolay herkese söylenmiyor. Erdem Bayazıt bu sözü hak ediyordu. İsmiyle müsemma dediğimiz kişilerdendi. Adil ve adı gibi erdem sahibi bir insandı. Şiiri de yiğit bir şiirdi, diri bir şiirdi. Engin, dolu ve dinamik bir şiirdi. Bu toprağın şiiriydi, bu toprağın sesiydi. Allah gani gani rahmet eylesin."
Ali Haydar Haksal: "Erdem Bayazıt, yüksek sesle şiirini dile getiren yüzyılımızın en önemli şairlerinden biriydi. Aslında onun sesinin yüksekliği çağa, olumsuzluklara karşı bir direnişin sesidir. Onun şiirinde kendi içinde yumuşak ifadeler de var. O ifadeler onun dünyasını tanımlıyor. Yani bir yanıyla çok içli, bir yanıyla da olumsuzluklara karşı yüksek sesle karşılık verebilen bir insandı. Onun şiirini duru sularda akan bir şelaleye benzetiyorum. Edebiyatımız için de büyük bir kayıp."
Ömer Erdem: "Erdem Bayazıt, Necip Fazıl şiiriyle gelen ve Sezai Karakoç şiirinin içeriğiyle açılım kazanan, Cahit Zarifoğlu şiiri ile yeni bir dil yapısı edinen şiirimize kendisine özgü diyebileceğimiz yeni bir ses ve yeni duyuş getirmiştir. Bir taraftan son derece insancıl diyebileceğimiz duyarlıklarını yerli Anadolu motiflerinden alan bir şiir anlayışı ama bu şiir anlayışını kendi içerisinde çağdaşlaştırmayı bilmiş bir söylem biçimi. Aslında Erdem Bayazıt'ın şiiri yanlış okunmuş bir şiirdir. Çünkü dönemin siyasal ideolojik koşullarına yanaştırılmış bir şiir olarak tanımlanmıştır. Halbuki Erdem Bayazıt'ın şiiri daha dikkatli okunuduğu zaman kendisine özgü orijinallikleri barındıran bir şiirdir."
Alim Kahraman: "Kaybımız ve acımız büyük.Erdem Bayazıt'ın şiiri bir ünlem şiiridir. Tonu yükseltilmiş bir sesleniştir.Bütün o kabarmalar, fırtınalar, boğuşmalar Tanrı'yı anışta, kalbin ritmiyle evrendeki büyük ritmin buluşmasında anlamını bulur ve yatışır. Kurduğu ilişki 'bireyden bireye' değil, bireyden topluma şeklinde ifadelendirilebilecek bir karaktere sahiptir.Aslında, daha köklü bir benzeşme için kelimelerden çok poetik algıya bakmak gerekir. İçinde bir naifliği de taşıyan, ancak yüksek perdeli bir ses tonuyla konuşan bir şiir koydu ortaya."
KAYNAK: Zaman Gazetesi, 06.07.2008

Faruk K.Timurtaş Hocayı anıyoruz

Faruk Kadri Timurtaş son devrin Türk dil bilgini ve fikir adamı. 26 Şubat 1925 târihinde Kilis’te doğmuştur. Neseben,Kara Timurtaş Paşaya dayanır.İlk ve orta tahsilini Kilis’te, lise tahsilini ise İstanbul Kabataş Lisesinde 1942 yılında tamamlamıştır. 1942-1943 ders yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesine kaydolmuştur.Türkoloji bölümünde On Yedinci Asır Şâirlerinden Edirneli Güftî ve Teşrifâtü’ş-Şuârası adındaki tezini hazırlamış ve 1946 yılının Haziran ayında mezun olmuştur. Şeyhi ve Hüsrev ü Şîrîn’i adlı tezi ile 9 Kasım 1950 târihinde edebiyat doktoru ünvânını almıştır.
28 Aralık 1950 târihinde üniversiteye intisâb eden Fâruk K. Timurtaş, Mayıs 1954’te fakülte tarafından Fransa’ya gönderilmiş, iki yılı aşkın bir zaman dil sâhasında araştırmalar yapmış, Fransızcasını mükemmelleştirmiş ve Phonétique Enstitüsünden sertifika almıştır.
Ekim 1956’da yurda dönen Fâruk Timurtaş, Haziran 1957-Ekim 1958 târihleri arasında vatanî vazifesini Sarıkamış’ta yedeksubay olarak yapmış; akabinde Şeyhî ve Çağdaşlarının Eserleri Üzerinde Gramer Araştırmaları adlı doçentlik tezini sunmuş, imtihanlarını başararak doçent olmuştur.

9 Mart 1960 târihinde evlenen Timurtaş, 1965 Şubat ve Mart aylarında Londra Üniversitesi Şark Dilleri Mektebinin dâvetlisi olarak İngiltere’ye gitmiştir. 1966 yılının ŞubatındanAğustosuna kadar altı aya yakın bir süre tekrar İngiltere’de bulunan Timurtaş, bu zaman zarfında Münih, Frankfurt, Paris, Amsterdam,Viyana, Roma ve Venedik gibi Avrupa’nın belli başlı şehirlerinde meslekî araştırmalar yapmış, 17 Nisan 1967 tarihinde profesörlüğe yükseltilmiştir.

1976 Mayısında Kıbrıs Türk Federe Devletinin dâveti üzerine Kıbrıs’a gitmiş ve konferanslar vermiştir. Bundan başka 1976 yılının sonbaharında Yugoslavya gezisine çıkmış,Türk Dili ve Edebiyatı üzerine konuşmaları olmuş ve konferanslar vermiş; Prizren, Priştine, Üsküp, Saraybosna ve Belgrad gibi eski Osmanlı şehirlerinde mesleği sâhasında araştırmalar yapmış, Sofya’ya uğrayarak Türkoloji öğretim üyeleriyle fikir alış verişinde bulunmuştur.

Fâruk K. Timurtaş, devrinin ilim meclislerinde yer almış, Arapça ve Farsça dersler görmüştür. Onun yetişmesinde muhîtinin ve hocalarının mühim tesiri vardır. Daha lise yıllarında başta Fâruk Nâfiz olmak üzere Hıfzı Tevfik Gönensoy ve Nihad Sâmî Banarlı’dan dersler almıştır. Üniversite yıllarında ise İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl, İsmâil Hâmî Danişmend, M. Şekip Tunç, Ali Fuâd Başgil, Hilmi Ziyâ Ülken, Ziyâeddîn Fahrî, Mükrimin Halil gibi zatların çevresinde bulunmuştur.

Ömrünü Türk Dili ve edebiyâtına vakfeden,Türkoloji sâhasının bu büyük bilgini, hayatı boyunca talebe yetiştirmiştir. 25 Ocak 1982 târihinde beyin kanaması geçirmesi üzerine hastahâneye kaldırılmış ve 4 Temmuz 1982 (12 Ramazan 1402) tarihinde vefat etmiştir.Kabri Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindedir.

Türk milletinin her sâhada üstün bir millet olması için çalışan Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, bilhassa eğitim ve öğretim üzerinde çok durmuştur. En büyük arzusu talebe yetiştirmek olan Timurtaş; kendi fakültesinden başka Gazetecilik Enstitüsünde, Yüksek Öğretmen Okulunda Türk Musîkîsi Konservatuarında da dersler vermiş ve bu yönden Türk ilim ve irfanına hizmette bulunmaya çalışmıştır.

Eserlerinden de anlaşılacağı gibi, yalnız sâhasının adamı olarak kalmamış,Türk milletinin çeşitli meseleleri üzerine de parmak basmıştır. Matbûâtla alâkasını kesmeyen Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazmıştır.Ayrıca Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsünün kurucuları arasında yer almış ve Kültür Bakanlığının komisyonlarında çeşitli hizmetlerde bulunmuştur.

Muallimler Birliği Başkanıyken ikinci defa ve son olarak Dil Kongresinin yapılmasını temin etmiş,Türkçenin düştüğü durumları ele almış ve ilmî yolun dışında dile olan uydurma müdâhalelere karşı çıkmıştır.Ona göre dilin sâdeleşmesi normaldir. Fakat bu, dilin kendi tabiî gelişmesi içinde cereyân etmelidir. Uydurmacılık, ilim tanımayan yıkıcılıktan başka bir şey değildir.Aşırı tasfiyeciliğe giderek gramer kâidesi tanımayan bu hareket, dil kânunlarına aykırı olduğu gibi Türkçenin yozlaşması demektir. Fâruk K. Timurtaş, Türk dilinin, ilmin önderliğinde gelişmesini ve zenginleşmesini müdâfaa eden bir ilim adamıdır.O, Türkçenin müdâfii olan diğer bütün arkadaşları gibi, bu fikirlere karşı olan kimseler tarafından,Türk Dil Kurumundan çıkarılmıştır.

Ders kitaplarının yanında, eserlerinin ekseriyeti dille ilgili olup,onun Türkdili hakkındaki araştırmalarını, fikirlerini ve mücâdelelerini geniş olarak ihtivâ etmektedir. Bilhassa; Türkçemiz ve Uydurmacılık,Yeni Kelimeler Sözlüğü,Dil Dâvâsı ve Ziyâ Gökalp, Dil Dâvâsı adlı kitapları,Türçenin kurtarılması için gayretlerini göstermektedir. Türkçe için; “Dil meselesi bir millî müdâfaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü dil de vatan kadar, târih kadar, gelenek ve töre kadar azizdir. Belki de hepsinin ifâdesi, onda olduğu için hepsinden öndedir. Dil olmayınca millet olmaz, milliyet olmaz.” diyen Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, dil meseleleri dışında umumî kültür, memleket ve edebiyatla ilgili yazılar da yazmıştır.

Şâirliği de bir başka tarafıdır. Şiirlerinde, eserlerinde olduğu gibi dâimâ Türk milletini ve değerlerini işlemiş, kaybedilen toprakların ve târihin hasretini çekmiş ve dile getirmiştir.Vezin olarak, serbest, hece ve aruzu kullanmıştır. Bilhassa 1948-1949 yıllarında yazdığı şiirlerde millî ve insânî duygularla dolu bir ruhun çağladığı görülür.

Eserleri: Altmış’ın üstünde ilmî makalesi, ona yakın tebliği, otuza yakın araştırma ve incelemesi bulunan Prof. Dr. Fâruk Kadri Timurtaş’ın eserleri de büyük bir yekûn tutmaktadır. Bunlar: Mehmet Akif ve Cemiyetimiz (1962), Ali Şir Nevâî’nin Türk Diline Hizmetleri (1962), Osmanlıca (1962),Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrini (1963), Osmanlıca Grameri (1964), Dil Dâvâsı ve Ziya Gökalp (1965), Şeyhî-Hayatı ve Eserleri, Eserlerinden Seçmeler (1968), Mevlid (1970), Peyami Safâ’dan Seçmeler/Ergün Göze ile birlikte (1976), Şeyhî’nin Harnâmesi (1971), Yûnus Emre Dîvânı (1972), Millî Üniversite ve Reform (1972), Yeni Osmanlıca Metinler (1972), Klâsik ve Eski Osmanlı Türkçesi Metinleri (1974), Osmanlı Türkçesine Giriş (1972), TürkDili/Prof. Dr.Muharrem Ergin ve Prof. Dr.Mehmed Kaplan ile birlikte (1977), Eski Türkiye Türkçesi, XV. Yüzyıl (1981), Türkçemiz ve Uydurmacılık (1977), Osmanlı Türkçesi ve Grameri III (1979), Uydurma Olan ve OlmayanYeni Kelimeler Sözlüğü (1979), Târih İçinde Türk Edebiyatı (1981), Dil Dâvâsı, Burhan Bozgeyik’le Mülâkat (1981)tır.
Aşağıdaki beyitler onun “Efendimiz” redifli nâtındandır:
Nûrun ki etti âlemi rakşân Efendimiz,
Yoktur cihânda zulmete imkân Efendimiz.
...............................
Ma’zûr tut bu âcizi kim cür’et eyledi,
Zerreyken oldu şemse senâhân Efendimiz.
..................................
Dürr-i yetîmsin ki sana Mustafâ denir,
Ey on sekiz bin âleme sultân Efendimiz.
Tutmuş onun da gönlünü hicrân Efendimiz.
.....................................
Nâz uykusundan aldı götürmek için seni,
Cibrîl bu dâvet ile bulup cân Efendimiz.
.......................................
Senden şefâat isteyi FÂRÛK geldi kim,
Gözyaşlarında derdi nümâyân Efendimiz.
Üniversite Osmanlıca kitabından ders gördüğüm hocama Allah rahmet eylesin.
Kaynak:http://ansiklopedi.turkcebilgi.com