KUTLU FETİH MÜBAREK OLSUN...

Kutlu Fetih Mübarek olsun!Sene 1453 Peygamber Müjdesine mazhar olmak ve Haçlı Bizansın merkezi İstanbul'u da alarak bu topraklara İslam Mührünü vurmak için çıkılan kutlu seferin bu sene 555. yıldönümünü kutluyoruz.. İstanbulun Fethi şüphesiz her açıdan önemlidir...Ve bir devrin sona erip yeni bir devre kapı aralayıcı özelliği ile de önem arzeder..Bugün haçlı ve emperyalistlere vurulan her tokatta bu Şanlı Fetih hatırlanmaktadır.. velhasıl Haçlı sürüleri bu Büyük Fethi İşgal olarak dünyaya lanse etmeye ve Başta Kutlu Fethin Sembolü AYASOFYAYI yerli işbirlikçileri vasıtası ile tamamen KİLİSE ye çevirmeye çalışmaktadırlar ...Bugün İstanbul başta olmak üzere Osmanlıdan miras kalan bu toprakların üzerinde ki siyonist ve Haçlı oyunları devam etmekte olup Osmanlı ve İslam mührünü kazıma faaliyetleri de tüm hızı ile devam etmektedir...Bugün emperyalizmin işgaller ve sömürülerle kan deryasına çevirdiği , fetih sonrası tabloya muhtaçtır.Dünya Fatihin açtığı Yeni çağa ve de bugün bizlerin eli ile kurulacak o tarihi birikimlerin ışığında Yeni bir Nizama Muhtaçtır...Yeniden Fethedilerek aslına rücu ettirilmesi gereken İSTANBUL, Fatih Sultan Mehmet Han hz.lerinin bize bıraktığı mirastır ve bugün batıcı -hristiyan kültürün işgalindedir.. bu işgal Silah ile gerçekleşmiş bir istiladan daha tehlikeli olup İnsanımızı ve de bu toprakları içten kemirici özelliği ile de yeniden FETH'e memuriyetimizi ve de mecburiyetimizi ihtar eder...

Karada Gemilerin,
Denizde KüheylanlarınYürüdüğü Fetih

İstanbul’un fethi İznik’ten, Bursa’dan Eskişehir’den ve en son olarak da Edirne’nin fethinden başlamıştı. İstanbul fethedilmeliydi, çünkü Efendimiz’in (sas) kutlu işareti vardı.Allah Rasûlü (sas) Rabbimiz’in bildirmesiyle Arap Yarımadası’nın, İran ve Kıbrıs gibi bazı yerlerin fethedileceği müjdesini kendleri hayattayken vermişti. O’nun gelecekle ilgili emir ve müjdelerinden biri de, İstanbul’un fethedilmesiyle ilgiliydi.

İstanbul Elbet Fetholunacaktır...!

Asr-ı Saadet’ten başlayarak hemen her devrin büyük kumandan ve bahadırları hem bir müjde hem de bir vazife olarak kabul ettikleri bu kutlu habere muhatap olabilmek için defalarca İstanbul’a kadar gelmiş ve geriye dönmüşlerdi. Milletimizin aziz misafiri Ebu Eyyûb El-Ensâri Hazretleri de aynı gayeyle, ilerlemiş yaşına rağmen İstanbul sırtlarına kadar gelmiş; vefat edeceği sırada ordunun komutanına “Burada ölsem de beni İstanbul’un bağrına defnedin.” ricasında bulunmuş ve asırlarca sonra gelecek kahramanların kılıç seslerini, tekbir sadâlarını kabrinden duymak istediğini belirtmişti.Yıldırım Bayezid, Fetih için Anadolu Hisarı’nı inşa ettirmiş, Moğol fitnesi yüzünden projeleri akim kalmıştı. Fatih’in babası II. Murad da birkaç kere İstanbul’u kuşatmayı denemiş ama fetih için yeterli hazırlığının olmadığını görmüştü. Bir gün Ankara’dan bir misafiri olduğu söylenmiş; karşısında devrin gönül sultanı Hacı Bayram Veli Hazretleri’ni görünce heyecanlanmış ve hemen “Hocam, size mâlum olur; yoksa İstanbul bize nasip olmayacak mı?” deyivermişti. Hak Dostu şöyle bir murâkabeye dalmış ve sonrasında da “Sultanım, Fetih sana ve bize nasip olmayacak. Ama Cenab-ı Allah, İstanbul’un anahtarlarını senin göz nurunla bizim çırağa nasip edecek.” demişti.Fetih asırlar süren sabırlı bir plan ve projenin ürünüydü. İstanbul, Anadolu yakasından değil Avrupa yakasından gelinerek fethedilmiştir. Devletin merkezi Avrupa’da yani Edirne’dedir. Bizans’ın Avrupa ile bütün bağlantıları kesilip Anadolu’dan da bir çıkış bırakılmamış ve son saldırıyla tarihin en büyük imparatorluklarından biri olan Doğu Roma tarihe gömülmüştür.Anadolu Hisarı’nın karşısına Boğazkesen Hisarını (Rumeli Hisarı) yaptırmak başlıca bir deha ürünüdür. Surların şekli kûfi yazıyla Arapça “Muhammed” (sas) kelimesi şeklindedir. Devrin harikası olan şahi topları Topkapı denilen bölgeyi dövüyordu. Fakat, 50 gün boyunca devam eden hücumlara rağmen şehir bir türlü düşmüyordu. Genç sultan yerinde duramıyor, atını denize sürüyor, "İstanbul, ya sen beni alırsın ya da ben seni!.." diyordu.

Fetih Ateşleri Geceyi Aydınlatıyor
Artık pazartesiyi salıya bağlayan geceye gelinmişti. Tarihler 29 Mayıs’ı gösteriyordu. Osmanlı İslam ordusu, bu geceyi “Mum donanması” yaparak ateş ve ışık şenliğiyle geçirdi. İstanbul’u tamamen kuşatan deniz ve kara birliklerinde kandiller, fenerler, meş’aleler ve ateşler yakılarak Kostantiniyye bir ışık çemberi içine alınmıştı. Tekbirler ve tehliller İstanbul semalarını inletiyordu. Bizanslılar ise Ayasofya’ya sığınmış azizlerin yardımını bekliyordu. O gece iki tarafa da uyku yoktu.Yarının “Fatih”i olacak Sultan 2. Mehmet bir o yana, bir bu yana koşturuyor; askerlerini coşturmaya çalışıyordu. Fatih, bir aralık hocası Akşemseddin’in yanına gidip onun himmetini istemiş; bir zamanlar babasının kendi hocasına sorduğu gibi "Yoksa bize nasip olmayacak mı?" demişti. Akşemseddin de kendi hocası gibi murakabeye dalmış; ağlamış, ağlamış. Sonra da "Sultanım, Allah bizi mahcup eylemeyecektir. Biz hele O’na teveccüh edip zaferi O’ndan bekleyelim; O bizi eli-boş geri çevirmeyecektir." cevabını vermişti.
İstanbul kuşatması esnasında Papa, Bizans'a yardım maksadıyla gemiler göndermişti. Bu gemilerin gelmekte olduğu II. Mehmed'e bildirildiğinde hemen atına atlayıp: "Hadem ü haşemle deniz kenarına indi."Bizans tarihçisi Dukas'ın ifadesiyle: "Atı ile beraber yüzerek ve denizi yararak kadırgalara doğru, sesi çıktığı kadar bağırıyor, emirler veriyordu."Onun bu konudaki azmi, samimiyeti, hedefine ulaşmak için maddi-mânevî herşeyini ortaya koyması sonunda, bin yıllık Bizans İmparatorluğu ve karanlık bir çağ aydınlık yolun ay yüzlüleri önünde eriyip gidiyordu.

Nasrun Minallahi ve Fethun Karîb!
29 Mayıs 1453 sabahı, şafak sökmeden önce başlayan top atışlarıyla surlar sarsılıyor, mehter takımı İstanbul semalarını inletiyordu. Bugün büyük bir gündü. Şahî adlı büyük top bugün Topkapı denilen yerdeydi. Fatih’in keşfi olan geliştirilmiş havan topları, Beyoğlu sırtları ve Galata surlarından aşırtma atışlarla Haliç’teki düşman gemilerini batırmaya başlamıştı.Toplar gümdürdedikçe yaşlı surlar birer birer gedik vermeye başlıyor, Osmanlı askerlerinin biri düşse diğeri surlara doğru saldırıyordu. Ulubatlı Hasan da bu yiğitlerdendi. Surlardan atılan taş, ok ve kızgın yağlara (Rum ateşi/Grejuva) rağmen ilerliyorlardı. Ulubatlı’nın vücudu delik deşik olsa da surlara çıkmış; elindeki mukaddes bayrağı en yüksek burca taşımıştı.

Kavga, Toprak Kavgası Değildi

Fetih hadisesi, bir toprak istilası ve yağma operasyonu değildir. İslam’ın özünü oluşturan cihad kavramı, insanları Allah’ı bilmeye ve O’nun rızasını aramaya götüren yollardaki engelleri kaldırma gayretidir. O güzel komutan ve güzel askerlerin asıl derdi şehri kuşatan kaleleri değil, insanlarla Allah’a iman arasındaki surları yıkma hedefiydi. Bundan dolayıdır ki, fetih ordusunun gayrimüslim halka tanıdığı güven, rahatlık, kazanç imkanlarını ve Müslümanların üstün ahlakını gören Bizanslılar’ın çoğu Osmanlı idaresini bir nimet ve kurtuluş olarak kabul etmişlerdi. Bu anlayışın bir sonucu olarak, Grandük Notaras, “Konstantinapolis’te kardinal şapkası (latin serpûşu) görmektense, Türk sarığı görmeyi tercih ederim.” diyordu.
Ve Fetih,şanlı Fetih gerçekleşerek Tarihe "İSTANBUL İSLAMIN ŞEHRİDİR"mührü vuruluyordu....

MÜZELER İNSANLIK TARİHİNİN CANLI KİTAPLARIDIR

ALANYA MÜZESİNİ GEZDİK
Mahmutlar Şükrü Kaptanoğlu Lisesi 11/A-B sınıfı öğrencilerinden oluşan 45 kişilik öğrenci grubu, Müzeler Haftası dolayısıyla Edebiyat Öğretmeni Yılmaz Kısa rehberliğinde Alanya Müzesi’ne bir eğitim gezisi düzenledi.Ülkemizde her yıl 18-24 Mayıs tarihleri arasında kutlanan Müzeler Haftası dolayısıyla yapılan eğitim gezisinin ilk durağında Alanya Müzesi Arkeologlarından Gülcan Demir ve Belgin Savaş öğrencilere slayt eşliğinde “Anadolu’nun Arkeolojik Tarihi” ile ilgili bir sunum yaptılar, öğrencilerin sorularını cevapladılar. Eğitim gezisinin ikinci durağında ise öğrenciler müzeyi gezdiler. Gezinin en ilginç anlarından birisi de Müze bahçesinde bulunan tavus kuşunun gösterisiydi. Gezinin amacı hakkında bilgi veren Edebiyat öğretmeni Yılmaz Kısa: “Öğrencilerimize Müzeler Haftası münasebetiyle kültür varlıklarımız ile müzelerimizi tanıtmayı, onlara sahip çıkmayı ve onları sevdirmeyi hedefliyoruz.Müzeler; insanlık tarihinin canlı kitaplarıdır, dünle bugünün arasına kurulmuş kültür köprülerdir ve insanlık tarihi boyunca kültür ve sanat vitrinleri olarak yerini almıştır. Bir toplumda tarih bilinci kültür varlıklarının korunup tanıtılmasıyla sağlanabilir. Geçmişi görüp anlamanın yolu müzelerden geçmektedir.Kültürel ve doğal değerlerin zenginliği ve çeşitliliği bakımından, çok az ülkenin sahip olduğu potansiyeli barındırmak, ülkemizin prestij ve onuru açısından ne kadar önemli ise bu potansiyeli korumak, değerlendirmek ve geleceğe aktarmak da bizlere aynı oranda büyük sorumluluklar yüklemektedir. Bu sorumluluklar toplumun tümünü kapsamaktadır. Özellikle geleceğimizin teminatı olan gençlerimize büyük görevler düşmektedir. Yurdumuzu tanıyıp tanıtarak kültürel değerlerimize sahip çıkalım.” dedi.

ALANYA MÜZESİ
Alanya Arkeoloji Müzesi, Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden getirilen Tunç Çağı, Urartu, Frig ve Lidya dönemine ait eserlerle 1967 yılında açılmıştır. Sonraki yıllarda, bölgedeki kazı çalışmalarından çıkan eserlerle müze genişlemiş ve zenginleşmiştir. Müzenin en önemli eseri ise mitolojide dramatik bir öyküsü olan Herakles’in heykelidir. Alanya Arkeoloji Müzesi’nde Arkaik, Klasik, Hellenistik, Roma, Bizans dönemine ait bronz, mermer, pişmiş toprak, cam ve mozaik buluntularla zengin bir kül kutuları ve sikke koleksiyonunun yanı sıra Selçuklu ve Osmanlı dönemlerine ait Türk-İslam eserleri bulunmaktadır. Etnografya bölümünde Alanya çevresinden derlenen ve bölgenin folklorik özelliklerini yansıtan, yörük kilimleri, alaçuvallar, heybeler, giysiler, işleme örnekleri, silahlar, günlük kullanım kapları, takılar, el yazmaları ve yazı takımları gibi objeler ile eski bir Alanya evine ait günlük oda sergilenmektedir. Ayrıca, müze bahçesinde de Roma, Bizans ve İslami dönemlere ait taş eserler vardır.

GÜNE KOŞARAK BAŞLAMAK GEREKTİĞİNİ BİLMEK

HAYAT KOŞUSU
Afrika'da her sabah güneş doğarken ormanda bir ceylan uyanır. Ceylan, en hızlı koşan aslandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir. Koşamazsa, öleceğinin farkındadır. Afrika'da her sabah güneş doğarken bir aslan uyanır.Aslan, en hızlı koşan ceylandan daha hızlı koşması gerektiğini bilir. Koşamazsa aç kalacaktır. İster ceylan olun, ister aslan. Yeter ki sabah uyanınca, güne koşarak başlamanız gerektiğini bilin.

YAHYA KEMAL'DEN

AÇIK DENiZ


Balkan şehirlerinde geçerken çocukluğum;
Her lahza bir alev gibi hasretti duyduğum.
Kalbimde vardı "Byron"u bedbaht eden melal!
Gezdim o yaşta dağları, hülyam içinde lal...
Aldım Rakofça kırlarının hür havasını,
Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını,
Her yaz, şimale doğru asırlarca bir koşu...
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu.
Mağlupken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rüyama girdi her gece bir fatihane zan.
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular...
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla beraber çağıldadı,
Bildim nedir ufuktaki sonsuzluğun tadı.
Bir gün dedim ki "istemem artık ne yer ne yar"!
Çıktım sürekli gurbete, gezdim diyar diyar,
Gittim o son diyara ki serhaddidir yerin,
Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!


Garbin ucunda, son kıyıdan en gürültülü
Bir met zamanı, gökyüzü kurşunla örtülü,
Gördüm deniz dedikleri bin başlı ejderi;
Gördüm güzel vücudunu zümrütleyen deri
Keskin bir ürperişle kımıldandı anbean;
Bakam ve anladım ki o ejderdi canlanan.
Sonsuz ufuktan ah o ne coşkun gelişti o!
Birden nasıl toparlanarak kükremişti o!
Yelken vapur ne varsa kaçışmış limanlara,
Yalnız onundu koskoca meydan ve manzara!
Yalnız o kalmış ortada, âsi ve bağrı hun,
Bin mağra ağzı açmış, ulurken uzun uzun...
Sezdim bir âşinâ gibi, heybetli hüznünü!
Ruhunla karşı karşıya kaldım o met günü,
Şekvanı dinledim, ezeli muztarip deniz!
Duydum ki ruhumuzla bu gurbette sendeniz,
Dindirmez anladım bunu hiçbir güzel kıyı;
Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı

Yahya Kemal Beyatlı
(Kendi Gök Kubbemiz)

TOROSLARDA SAĞLIKLI YAŞAM YÜRÜŞÜNÜN İKİNCİSİ YAPILDI

Şükrü Kaptanoğlu Lisesi ve Mahmutlar Belediyesi işbirliğiyle başlatılan Toros Dağlarının zirvesinde Sağlıklı Yaşam Yürüyüşü’nün ikincisi 11 Mayıs 2008 tarihinde Anneler Günü’nde gerçekleştirdi. Sağlıklı Yaşam Yürüyüşü’ne Mahmutlar Belediyesi AR-Ge Başkanı Aziz Sarıkan, Ş.Kaptanoğlu Lisesi Müdürü Ali Rıza Çetin, Aile Birliği Başkanı Ahmet Küsmez, Edebiyat Öğretmeni Yılmaz Kısa ve 17 kişi katıldı. 15 gün önce 26.04.2008 tarihinde 12 kişilik bir ekip tarafından keşif yapılmış ve 14-15 km.lik bir yürüyüş parkuru belirlenmişti. İlk defa gelenler yürüyüşün sonunda Leartes Antik Kentini gezdiler ve hayranlıklarını gizleyemediler. Gün batımını Toros dağlarının zirvesinde tarihi Leartes Antik Kenti’ni gezerken izleyen Sağlıklı Yaşam Yürüyüşü’ne katılanlar “Sağlığının kıymetini bilen herkesi sağlıklı yürüyüş günlerinde her pazar aramızda görmek istiyoruz.” dediler. Alınan bilgiye göre Sağlıklı Yaşam Yürüyüşü her pazar saat 16.00’da Mahmutlar Belediyesi’nin önünden başlıyor. Geziye katılmak isteyenlerin Mahmutlar Şükrü Kaptanoğlu Lisesi Okul Aile Birliği ve Mahmutlar Belediyesi AR-GE birimine kayıt yaptırmaları gerekiyor. Sağlıklı ve mutlu yürüyüşlür dileyerek biz de Kanuni’nin şu mısralarını hatırlatıyoruz:

Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda , bir nefes sıhhat gibi....

EZANSIZ SEMTLER

Kendi kendime diyorum ki: Şişli, Kadıköy, Moda gibi semtlerde doğan, büyüyen, oynayan Türk çocukları milliyetlerinden tam bir derecede nasip alabiliyorlar mı? O semtlerdeki minareler görülmez, ezanlar işitilmez, Ramazan ve Kandil günleri hissedilmez. Çocuklar Müslümanlığın çocukluk rüyasını nasıl görürler.

İşte bu rüya, çocukluk dediğimiz bu Müslüman rüyasıdır ki bizi henüz bir millet halinde tutuyor. Bugünkü Türk babaları havası ve toprağı Müslümanlık rüyası ile dolu semtlerde doğdular, doğarken kulaklarına ezan okundu, evlerinin odalarında namaza durmuş ihtiyar nineler gördüler, mübarek günlerin akşamları bir minderin köşesinden okunan Kur-an'ın sesini işittiler; bir raf üzerinde duran Kitabullah'ı indirdiler, küçücük elleriyle açtılar, gülyağı gibi bir ruh olan sarı sahifelerini kokladılar. İlk ders olarak besmeleyi öğrendiler; kandil günlerinin kandilleri yanarken, Ramazanların, bayramların topları atılırken sevindiler. Bayram namazlarına babalarının yanında gittiler, camiler içinde şafak sökerken Tekbirleri dinlediler, dinin böyle bir merhalesinden geçtiler, hayata girdiler. Türk oldular.


Bugünün çocukları büyük bir ekseriyetler yine Müslüman semtlerde doğuyorlar, büyüyorlar, eskisi kadar derin bir tahassüs ile değilse bile yine Müslümanlığı hissediyorlar. Fakat fazla medenileşen üst tabakanın çocukları ezansız semtlerde, yani alafranga terbiye ile yetişirken, Türk çocukluğunun en güzel rüyasını göremiyorlar. Bu çocukların sütü çok temiz, hilkatleri çok metin olmalı ki ileride alafranga hayat Türklüğü büsbütün sardıktan sonra milliyetlerine bağlı kalabilsinler, yoksa ne muhit, ne yaşayış, ne semt hiçbirşey bu yavrulara Türklüğü hissettiremez.


Ah! Büyük cedlerimiz! Onlar da Galata, Beyoğlu gibi frenk semtlerine yerleşirlerdi, fakat yerleştikleri mahallede Müslümanlığın nuru belirir, beş vakitte ezan işitilir, asmalı minare, gölgeli mescid peyda olur; sokak köşesinde bir türbenin kandili uyanır, hasılı o toproğın o köşesi imana gelirdi. Beyoğlunu ve Galatayı saran yeni yapıların yığını arasında o mescidlerden, o türbelerden bir ikisi kaldı da gördük ki cedlerimiz kefere frenk mahallelerinin toprağına böyle nüfuz ederlerdi. Biz bugünün Türkleri bilakis Şişli, Nişantaşı, Kadıköy, Moda gibi küçücük bir şehri andıran yerlere yerleştik, fakat o yerler Müslüman ruhundan ari, çorak ve kurudur. Bir Üsküdar'a bakınınz bir de Kadıköyü'ne. Üsküdarın yanında Kadıköy Tatavla (Kurtuluş)'yı andırır. Eski Türklerin ruhları ile yeni Türklerin ruhları arasındaki farkı anlamak isterseniz, bu son asırda peyda olan semtlerle, İstanbul içlerini mukayese ediniz. Medenileştikçe Müslümanlıktan çıktığımızı tabi ve hoş gören eblehler uzağa değil, Balkan Devletlerinin şehirlerine kadar gitsinler. Görürler ki baştan başa yenilşen o şehirlerin her tarafında çan kuleleri yükselir. Pazar ve yortu günleri çan sesleri işitilir. Manzara halkın dinini ve milliyetini hatırlatır. O şehirler bizim yeni semtlerimiz gibi milli ruhtan ari değildirler. Artık Türk milletinin ruhu bir rayiha gibi uçtu mu? Hayır büyük bir kütlede yine o ruh var, fakat biz son nesil bir sürü gibi, büyük kafileden uzaklaştık, kaybolduk, fakat daha uzağa gitmeyeceğiz, yeni tarzda yaşayışla cedlerimizin diyanetini meczedip (bir araya getirip) bizi bu çoraklıktan, bu karanlıktan, bu ufunetten (pis kokudan) kurtaracak mürşidler, şairler, edipler, hatibler, yetişmedi, fakat gayet tabii bir revişle (gidişle) büyük kafileye, kendi kendimize döneceğiz.


Dinsizliğin, kayıtsızlığın aksülameli başladı bile. Çocuklutan beri diyanet yolundan ayrılmamı olan kardeşlerimiz, bizim gibi rücu hislerini itiraf edenlere henüz inanmıyorlar. Onlara tamamiyle iltica edeceğimiz zaman da bizi birden tanımayacaklar. Çünkü onlardan çok ayrı ve uzak düştük.
Dört sene evvel büyük adada oturuyordum, bayramda bayram namazına gitmeye niyetlendim, fakat frenk hayatının gecesinde sabah namazına kalkılır mı? Sabah erkenden uyanamamak korkusu ile o gece hiç uyumadım. Vakit gelince abdest aldım, Büyükada'nın mahlle içindeki sakit (sessiz) yollarından kendi başıma Camie doğru gittim. Vaiz kürsüde va'az ediyordu. Ben kapıdan girince bütün cemaatın gözleri bana çevrildi. Beni daha doğrusu bizim nesilden birini, camiide gördüklerine şaşıyorlardı. Orada o saatte toplanan Ümmet-i Muhammed, içine bir yabancının geldiğini zannediyordu. Ben içim hüzünle dolu yavaş yavaş gittim. Va'zı diz çöküp dinleyen iki hamalın arasına oturdum. Kardeşlerim Müslümanlar bütün cemaatin arasında yalnız benim vücudumu hissediyorlardı. Ben de onların nazarlarını hissediyordum. Vaazdan sonra namazda ve hutbede onların içine karışıp Muhammed sesi kulağıma geldiği zamangözlerim yaşla doldu. Onlarla kendimi yek-dil, yek-vücut olarak gördüm. O sabah o Müslümanlığa az aşina Büyükada'nın o küçücük camii içinde, şafakta aynı milletin ruhlu bir cemeaati idik. Namazdan çıkarken kapıda ayandan Reşid Akif Paşa durdu. Bayramlaşmayı unutarak elimi tuttu: "Bu bayram namazında iki defa mes'udum. Hamdolsun sizlerden birini kendi başına Camie gelmiş gördüm! Berhudar ol oğlum, gözlerimi kapamadan evvel bunu görmek beni müteselli etti!" dedi.
Hem geldiğimi hemde Bayramımı tebrik etti. Yanındaki eski adamlar da onun gibi tebrik etti. Bu basit hadiseden pek samimi olarak mahzuzdular. o sabah gönlüm her sabahtan fazla açıktı.

Biz ki minareler ve ağaçlar arasında ezan seslerini işiterek büyüdük. O mübarek muhitten çok sonra ayrıldık. biz böyle bir Sabah Namazında anne millete dönebiliriz. fakat minaresiz ve ezansız semtlerde doğan, frenk terbiyesiyle yetişen Türk çocukları dönecekleri yeri HATIRLAYAMAYACAKLAR!

YAHYA KEMAL, AZİZ İSTANBUL

YAHYA KEMAL BEYATLI

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından 2008, Yahya Kemal Yılı olarak ilan edildi. 2008 ünlü şairin ölümünün 50. yılı. Hem devlet hem de çeşitli sivil toplum kuruluşlarınca anılacak, sempozyumlar yapılacak olan edebiyatımızın İstanbul aşığı "Sessiz Gemi" şairini bizde ölümünün 50. yılında okuyucularımıza hatırlatalım istedik.

1884 yılında Üsküp'te dünyaya gelir. Asıl adı Ahmed Agâh'tır. İlk öğrenimini Üsküp'te gördü. İstanbul Vefa Lisesi mezunudur. Başlangıçta Sultan II.Abdülhamit yönetimine karşı muhaliflerin safında yer alarak Paris'e kaçtı. Fransa'da siyasal bilgiler okurken hocası Albert Sorrel'in etkisinde kalarak düşüncelerinde değişmeler oldu.Fransa'da 9 yıl kaldı. Fransız Edebiyatı'nı ve edebiyatçılarını yakından tanıma imkânı buldu. Onlardan etkilendi. Doğu Dilleri Okulu'na devam ederek Arapça ve Farsça'sını geliştirdi. Divan şiiri üzerinde yoğunlaştı.1913 yılında İstanbul'a döndü. Darüşşafaka, Medresetü'l-Vâizin ve Darülfünûn'da tarih ve edebiyat dersleri okuttu. Gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Lozan Konferansı'na katıldı. 1923'te Urfa Milletvekili seçildi. Çeşitli ülkelerde diplomatik görevler alarak Türkiye'yi temsil etti. Yozgat, Tekirdağ ve İstanbul Milletvekilliği yaptı. Pakistan Büyükelçiliği görevindeyken emekli oldu (1949) ve yurda döndü.Tedavi için Paris'e gitti. Bir yıl sonra da öldü (1958). Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden birisidir. Aruzla yazmıştır. Klasik şiirimizin temel özelliklerine bağlı kalarak, kendine özgü bir şair olmuştur. Sanatta ve edebiyatta millî ve manevî değerlere bağlı kalmıştır.

Yahya Kemal sağlam bir kültür ve dil bilinci üstüne kurduğu şiirlerindeki klasik yalınlık ve güçlülükle, sanatının özünde ve biçiminde ulusal ve modern olanın, bireysel ve toplumsal olanın, tarihsel ve çağdaş olanın sentezine ulaşmadaki çabaları ve başarılarıyla, modern şiirimizin büyük bir kurucu ustası, klasiğidir. Bu özellikleriyle, XX. yüzyıl dünya şiirinin de önemli şairleri arasında buluduğundan kuşku yoktur.

Yahya Kemal'in dili "Fikret'in daha çok konuşmalarla sınırlı kalan, Rıza Tevfik'te bir düzen ve süreklilik sağlayamayan, Mehmet Emin'de İstanbul konuşmasının sınırlarını aşan ve kalıplaşan, Mehmet Âkifte fazla halklaşan ve bazen argolaşan Türkçelerden çok üstün niteliktedir... Aruz vezni ile Fikret kuvvetli bir dış musikisi ve ustalıklı bir manzume lisanı vücuda getirmişti. Bu vezni daha temiz, daha sade bir Türkçe ile dillendirmek kudretini de Mehmet Akif göstermişti. Fakat tam on asırlık bir atalar mirası olan bu güzel vezinle yalnız şiir söyleyen ilk büyük şair Yahya Kemal oldu... (Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihî).

ANEKDOT
AKŞAM YEMEĞİ
Yahya Kemâl, dostlarından birine:
-Bu akşam yemeği benimle yer misin? Diye sorunca, arkadaşı:
-Hay hay! Der. Çok memnun olurum. Hiçbir mazeretim yok!
Yahya Kemal gülümseyerek karşılık verir:
-İyi öyleyse, bu akşam size geliyorum.


ESERLERİ

Aziz İstanbul
Eğil Dağlar
Siyasi Hikayeler
Siyasi ve Edebi Portreler
Edebiyata Dair
Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım
Tarih Müsahabeleri
Bitmemiş Şiirler
Mektuplar - Makaleler

YILMAZ KISA

AYNAYA DAİR


Hiç düşündünüz mü, ayna olmasaydı ne olurdu? “Öyle şey mi olurdu canım.” diye düşünebilirsiniz. Gerçekten de İslam inancına göre insanın yaratılış sebebi Allah’ın aşk-ı zâtı sebebiyle kendini görmek, göstermek istemesidir. İnsan nasıl kendini görmek için aynaya bakarsa, Allah da kendi güzelliğini temaşa için ayna hükmünde olan âlemi ve onun en değerli varlığı olan insanı yaratmıştır:
“Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve âlemi yarattım.”

Aklıevvellere ilk ayna fikrini su yüzeyleri vermiştir. Şimdilerde kullandığımız cam aynalar ise ilk defa XIV. yy.da Venedik’te yapılmıştır.

Aynayla ilgili şiirler yazdık; isimler koyduk, Aynalıçarşı, Aynalıkavak; deyimler icat ettik, kendini dev aynasında görmek… Dünyanın dönüşüne âyine-i devran(dönen ayna) dedik, hâtıra kitaplarımıza mir’at-ı hakikât ( gerçeğin aynası) dedik ve şeş cihetten bütün dünyayı gösteren tılsımlı aynaya da âyine-i İskender adını verdik.

Güzeller aynaya bakarak güzelliklerinin farkına varırlar, ona bakarak süslenirler. Hatta güzellere yüzlerini seyretmeleri için ayna hediye edilir? İşte Mevlana’dan bir hikaye:
Hz. Yusuf’un bir arkadaşı yoldan gelir. Hz. Yusuf sorar:” Bana ne hediye getirdin?” Arkadaşı cevap verir:”Sende olmayan ne var ki? Senin neye ihtiyacın olabilir? Ama senden daha güzel birisi olmadığından; yüzünü seyretmen için sana bir ayna getirdim.”

İnsan güzelliğini aynada seyredecek, bu doğrudur. Peki, gönlünü nasıl seyredecek? Ziya Paşa’ya katılmamak ne mümkün?
Âyinesi iştir kişinin lafa bakılmaz
Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde

Ayna ile ilgili birçok inanışı olan bir milletiz. İşte bunlardan birkaçı:
—Yeni ölen kişinin ağzına ayna koyarlarmış. Eğer kişi hala canlı ise ayna buğulanırmış.
—Papağanlara konuşma öğretilirken karşılarına büyük bir ayna konur ve aynanın arkasından konuşulurmuş. Böylece papağan konuşanın, aynadan görmüş olduğu hemcinsi sanarak onu taklide başlarmış.
—Büyücüler aynaya bakarak kehanette bulunurlarmış.

Aynanı bir yüzü siyahtır. Dolayısıyla ayna ikiyüzlüdür, yani hep insanı aldatır. Gerçekten de aynada gördüğümüz, aslı olmayan bir şeyin hayal misali ortaya çıkması değil midir? Ve aynada ortaya çıkan eşya bir gölgeden ibarettir. Cahit Sıtkı bile yıllarca dost bildiği aynalara bakın nasıl sitem ediyor:

Şakaklarıma kar mı yağdı, ne var;
Benim mi Allah’ım bu çizgili yüz
Ya gözler altındaki mor halkalar…
Neden böyle düşman görünürsünüz
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Anlatıldığına göre İskender, büyük bir ayna yaptırmış ve yüksek bir yere koymuş. Oraya gelmekte olan gemiler bu ayna sayesinde bir aylık mesafede iken görülüyormuş. Eğer gelen gemiler düşman gemisiyse aynadan güneş ışığı yansıtılarak yakılıyormuş. Aynanın iki yüzü de gösterirmiş. Arka yüzüne yalancılar baktığı zaman görüntü vermezmiş. Çünkü arka yüzü yalancıların görüntüsünü kabul etmezmiş. Tam da yalancıların ve ikiyüzlü riyakârların cirit attığı bir dönemde böyle bir aynaya ne kadar da ihtiyacımız var değil mi? Şimdi aynalar çoğaldı. O eski aynaların feri yok artık. Çünkü kâinatın her zerresinde Hakk’ı görmek mümkünken ne onu görebilecek ayna ne de göz kaldı. Oysa evimizin duvarındaki levha öyle demiyor:

Bir âyinedir bu alem, her şey Hak ile kaim
Mir’at-ı Muhammed’den Allah görünür dâim
Yılmaz Kısa
Edebiyat Öğretmeni