DİYAR-I KÜFRÜ GEZDİM

Tanzimat döneminin önde gelen şahsiyetlerinden birisi Ziya Paşa’dır. O dönemde hem siyaset hem de edebiyat sahnesinin baş aktörü olarak görev yapan Paşa, mısralarında; memlekette işlerin kötüye gittiğini, idarecilerin görevlerinin ehli kişiler olmadıklarını, halkın idarecilerden şikayetçi olduğunu, rüşvet ve adam kayırmanın hat safhaya ulaştığını haykırıyor; ahlaki çöküntü, bencillik, zulüm, taassup, taklit, gösteriş, tahakküm, özenti gibi hastalıkların toplumu mecalsiz bıraktığını söylüyordu. Onun mısraları aynen bugünleri anlatır niteliktedir.

İşte o mısralardan birinde Paşa, Avrupa tecrübelerinin ardından bütün benliğiyle inancının yoğurarak şöyle haykırır ve de hayıflanır:
Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler, kâşâneler gördüm
Dolaştım mülkü İslamı bütün viraneler gördüm

Küfür tek millet halinde, beldeler ve kaşaneler görünümündeyken; İslam dünyasının hâli pürmelali ise paramparça, pejmürde, perişan, darmadağın, virane bir fotoğraf görünümündedir.Paşa’nın virane ve kaşaneden kastı milletin ruhu ve manevi hayatıdır.Batı’nın 400 yıl önce ektiği tohum meyvesini vermiştir.İslam ruhunu bizden çalmış ve bizi ruhsuz bırakmıştır.

Âkif de aynı gerçekleri haykırır:

Musallat, hiç göz açtırmaz da Garb’ın kanla kabusu
Asırlar var ki İslamın muattal beyni bazusu.
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin diyorlar. Gördüğüm; Yer yer;
Harap iller, serilmiş hanümanlar, başsız ümmetler.
Yıkılmış köprüler, çökmüş kanallar, yolcusuz yollar,
Buruşmuş çehreler, tersiz alınlar, işlemez kollar,
Bükülmüş beller, incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar,
Düşünmez başlar, aldırmaz yürekler, paslı vicdanlar,
Tegallüpler, esaretler, tahakkümler, mezelletler,
Örümcek bağlamış tütmez ocaklar, yanmış ormanlar,
Cemaatsiz imamlar, kirli yüzler, secdesiz başlar,
“Gaza” namıyla dindaş öldüren bî-çare dindaşlar,
Ipıssız aşiyanlar, kimsesiz köyler, çökük damlar,
Emek mahrumu günler, fikr-i ferda bilmez akşamlar…
………….
Derinden gelir feryadı yüz binlerce âlâmın
Ufuklar bir kızıl çember, bükük boynunda İslam’ın.

Aynı dertten muzdarip bir başka şair Muhammed İkbal ise 1908 yılında İngiltere’deki çalışmalarını tamamlayıp ülkesine dönmeye karar verdiğinde Sicilya adasında şu mısralar dökülür dudaklarından:

“Ey garip yolcu! Sen bu eski aşina sahillerden geçerken gözyaşı dökmek değil, kan ağlamalısın. Çünkü bu hazin ülkeler İslam medeniyetinin matemler içinde gurup ettiği hicranlı ufuklardır. Ey öksüz sahiller asırlar boyunca ezen sesleri dinlemiş; fakat bugün içim kan ağlamaktadır.”

Evet, Batı müteyakkız bir haldeyken; İslam dünyası büyük bir gaflet içindedir. Bu gafletten uyanma zamanı gelmiş, geçiyor. Tarihte biz dipdiri, capcanlı bir ruh ile ihtişamlı idik; kâşaneler bizimdi, virane olan ise onlardı. Şimdilerde o ruhu kaybettik. Halimiz ortada. İşte Bosna, İşte Çeçenistan, işte Irak… Ve diğerleri… Ağlanacak bir haldeyiz. Öyle değil mi? Bir tarafta viran olmuş İslam dünyası, diğer tarafta ise kendini bu viraneden emdiği kanlarla besleyen batı dünyası…

Çocuk-sabi demeden, yaşlı-genç demeden önüne ne gelirse katlediyor, öldürüyor, yakıyor, yıkıyor, kan akıtıyor… Dün Keşmirdi, Çeçenistan’dı; bugün Irak, Lübnan... Yarın daha başka bir yer… Ama mutlaka bir Müslüman kanı akıtılıyor…
YILMAZ KISA

Edebî terbiye

Milletlerin gelişiminde en etken amillerden birisi hiç şüphesiz edebî terbiyedir. Bugünkü anlayışlar maalesef edebî terbiyeyi yok hükmünde saymakta, gelişim ve ilerlemeyi teknoloji zaviyesinden değerlendirmekte.Her ne kadar teknoloji ve fen alanındaki ilerlemeler insanların maddi refah seviyesini yükseltir, yaşadıkları mekânları ihtiyaca uygun şekilde donatırsa da bu gelişmede insan ruhunun zenginleşmesi veya gönüllerin imarı konusunda bir yükseliş veya zenginlikten söz edilemez.
Günümüz insanlarının pek çoğu, edebîyatı yalnızca bir eğlence aracı gibi algılamaktadır. Bu bakış açısı onu diğer eğlence vasıtalarının cazibesi karşısında tercih edilmez konuma getirmekte ve insan ile edebî eser arasında ünsiyet oluşmamaktadır. Oysa edebîyat terbiyenin kaynağıdır ve edebî eserler ahlakın yükselmesine zemin hazırlarlar. Ortak vicdanın oluşması, toplumsal paylaşımların benimsetilmesi, düşünce ve his ufuklarının genişlemesi hep edebî eserler sayesinde muhkem bir yapı kazanır. Ortak yüz kitabı bile okumamış bir toplumun bireyleri birbirlerinden ne kadar uzak, anlayışları birbirine ne kadar zıt ve çelişkili olur; ülkemizin son dönemlerdeki çalkantılarına bakarak anlaşılabilir.
Her toplumda düşüncenin olgunluğu edebîyatın olgunluğu ile paralel ilerler. Belki de bu yüzdendir, büyük ilim adamlarının hepsi edebîyatın yüksek olduğu toplumlarda yetişir. Tarih yüzyılları tasnif edilirken, önce edebîyat bakımından yükselmiş, sonra da bu edebîyatın zengin dil zemininde bilimsel çalışmalarda ilerlemiş dönemler daima öne çıkar. Çünkü edebîyat millet hayatının dilidir ve bu itibarla en büyük ilim sayılır. Yoksa güzel yazı yazmak veya yazıyı güzel yazmak neden dünyanın her yerinde takdir toplasın ki?!..
İnsan yaratılışının esası kemal ve olgunluk üzerine kurulmuştur. Güzellik insanın asli vasfı olmayıp hakiki güzellikten (Cemal) ödünç alınmış geçici bir sıfattır. Bilim ve teknoloji insana güzellikle birlikte şeklen de güzel bir hayat sunar. Dıştan bakıldığında güzel görünen veya öyle zannedilen bu hayatın sürekliliğini, süreklilik içindeki kemalini ise edebî eserler sağlar. Bütün bir ömür boyunca artan olgunluk (insan-ı kâmil) yanında gittikçe yitirilen fâni güzelliğin peşine düşmek insanı ne bahtiyar eder, ne de ömrüne sermaye olur. Kalıcı olanı bırakıp geçici olanın peşine düşmek iflasın ta kendisidir. İşte günümüzde insanlık bu iflasın sancısını çekmekte, bu yüzden didişip durmaktadır. Gülümsemelerin yerini çatık kaşların alışı, toplumsal bir hayat sürmekle birlikte tekil ömürler yaşayışımız hep bir edebîyat terbiyesinden geçmemenin sonucudur. Oysa insanlığın biriktirdiği miras içinde edebîyat eserlerinden daha sağlam ve sürekli bir hatıra yoktur.
***
Türkiye'mizde bugün edebîyat kavramı örselendiği, fersudeleştirildiği içindir ki fen bilimleri dahi gerektiği biçimde anlaşılamamakta, bilimsellik seviyesi düşmekte, ilmi veya akademik kitaplar yeteri kadar revaç bulamamakta, hatta yazılamamaktadır. Eli kalem tutan insanların çoğu, mesailerinin temelini kendi öz dillerini kavramaya ayırmadıkları müddetçe de doğru dürüst bir eser ortaya konulamayacak; yahut ortaya konulan eserler, çağları kuşatacak ömürlerden mahrum kalacaktır. Ülkesinin ilerlemesini isteyen herkesin öncelikle kendi diline ve o dil ile meydana getirilmiş 'eser'lere yönelmesi zaruridir. Yoksa dil elden çıkarken 'eser' de elden çıkıp gidiyor. Kitapçı vitrinlerine bakınız, ne demek istediğim anlaşılır.

LAF OLSUN DİYE
Şair ile vezir III. Mustafa devrinin ünlü şairi Haşmet, devrin veziri ve yine şuaradan olan Koca Ragıp Paşa'nın himayesinde yetişmiş, onun konağında büyümüş, nükteleriyle ve başından geçenlerle devrinin seçkinleri arasında zarif bir adam olarak yaşamıştır. Hakkında fıkralar uydurulacak derecede nüktedan olan Haşmet, aynı zamanda nükte kaldırır, gediğine konulan nüktelerde asla gönül hatır hesabı gözetmezdi. Koca Ragıp Paşa da bu tür nüktelerden hoşlanır, onu adeta teşvik ederdi.
Haşmet, konakta yetişmekle birlikte görevleri itibarıyla da terfi ederek yükselmişti. Paşanın kitapdarlığını yaptığı sıralarda pek çok kıymetli kitabı onun adına satın alıp İstanbul'un Laleli semtindeki ünlü Ragıp Paşa Kütüphanesi'nin kurulmasına ve koleksiyonun zenginleşmesine vasıta olmuştur.
Rivayet olunur ki bir müzayede esnasında yine pek çok kıymetli kitaplar satın alan Haşmet, onları hamallara taşıttırırken biraz sertçe çıkışınca Kassam katibi Rıza Seyit Efendi takılmadan duramamış:
- Haşmet Efendi hep mühim kitaplar alıyorsunuz; galiba ya hiç birisini okumuyor veya okuduklarınızla amel etmiyorsunuz. Haşmet kabalık ve terbiye noksanlığıyla itham edildiğini anladığı için cevabını sakınmadan söyleyivermiş:
- Ben pek okumam, muhtaç olanlara okuturum.
Verdiği cevap Rıza Seyit Efendi'ye olmakla birlikte Koca Ragıp Paşa'ya yetiştirilmekte gecikmemiş ve Haşmet'in bulunduğu bir mecliste Paşa'ya bunu anlatmışlar. Paşa buna önce gülmüş, sonra da Haşmet'i koruyacak şekilde şu cevabı vermiş:
- Biz çocukken Sadi'nin Gülistan'ından Farsça okurduk. Terbiyeyi terbiyesizden öğrenmeyi oradan talim etmiştik.

BERCESTE
Kabiliyyet dâd-ı Hak'tır her kula olmaz nasîb
Sad-hezâr terbiyye etsen bî-edeb olmaz edîb
(Yetenek bir Allah vergisidir, herkese aynı oranda nasip edilmemiştir. Edep de bir nasip işidir, edepsizi binlerce kez terbiye etsen, yine de edeplenmez.) Laedrî

İskender Pala, Zaman, 22 Temmuz 2008

ERDEM BEYAZIT SON YOLCULUĞUNA UĞURLANIYOR

Edebiyat dünyasının önde gelen kalemlerinden şair ve yazar Erdem Beyazıt 05.07.2008 tarihinde 69 yaşında aramızdan ayrılmıştı.Geçtiğimiz günlerde 50. sanat yılı kutlanan şair ve eski Milletvekili Erdem Bayazıt, bir kaç yıldır akciğer kanseriyle mücadele ediyordu. Merhumun naaşı bugün ikindi namazını müteakip Eyüp Sultan'da defnedilecek. Kırkambar olarak kendisine Allah'tan gani gani rahmet diliyoruz. Mekanın cennet olsun ey "Sebep ey" şairi... Yan tarafta şairin dostlarıyla çekilmiş son fotoğrafı yer alıyor.

Erdem Beyazıt kimdir?
1939’da Kahramanmaraş’ta doğdu. İlkokul ve Lise öğrenimini burada tamamladı. Yüksek öğrenimine 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesinde başladı. Geçim zorluğu yüzünden 1961’de öğrenimini devam mecburiyeti olmayan Ankara Hukuk Fakültesine naklederek askere gitti.

Askerliğini yedek subay öğretmen olarak Burdur İli, Yeşilova İlçesi, Çuvallı köyünde yaptı. Askerlik dönüşü fakülte değiştirerek yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebıyatı Bölümünde tamamladı. Edebiyat öğretmenliği, kütüphane müdürlüğü yaptı. İstanbul Türk Musikîsi Devlet Konservatuarı’nın kuruluşu sırasında genel sekreter olarak çalıştı. Daha sonra, Sanayi Bakanlığı İnsan Gücü Eğitim Dairesi Başkan Yardımcısı iken bu görevinden istifa suretiyle ayrılarak Akabe Yayınları’nın ve Mavera dergisinin yönetimini üstlendi.

1984’te Akabe A.Ş.’nin İstanbul’a taşınması kararı ile bu görevini devrederek yeniden memurluğa döndü. DPT’de sözleşmeli personel olarak çalışırken, 1987 Milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi’nden aday oldu. Kahramanmaraş’tan milletvekili seçildi. TBMM’nin 18. Dönem çalışmaları süresince Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev aldı. 1991 seçimlerinde adaylığını koymadı, İstanbul’a yerleşti. Evli ve dört çocuk babasıydı.

Tok, kavgacı, destana yatkın bir üslûpta söylenmiş olan şiirlerinde ayrıca ince duyarlılıklar işlenmiştir. İslâmî ton bir “leit-motiv” halinde bütün şiirlerine yayılmıştır. Şiirleri Açı (K. Maraş), Çıkış (Ankara), Yeni İstiklâl, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera ve Yedi İklim dergilerinde yayınlanmıştır.

Aldığı Ödüller:
Risaleler; Türkiye Yazarlar Birliği 1988 Şiir Ödülü.
İpek Yolundan Afganistan'a; TYB 1983 Gazetecilik Ödülü.
Strazburg'da 5. Uluslararası Şiir Şöleni; Yahya Kemal Büyük Ödülü.

Eserleri: *Sebeb Ey İlk şiir kitabı 1972'de Edebiyat Dergisi Yayınları (2. baskısı Akabe Yayınları, 1979) *Risaleler son şiirleri adı altında Akabe Yayınları arasında 1987 yılında çıktı (2. baskı 1989). *Şiirler (Sebep Ey ve Risaleler iki kitap bir arada) İz Yayıncılık tarafından 1992 yılında basıldı (4. baskı 1998). *İpek Yolundan Afganistan'a:1981'de İran, Pakistan, Afganistan ve Hindistan'ı içeren iki aylık gezi ile ilgili izlenimlerini kitaplaştırdı (Akabe Yayınları 1982).

Arkadaşının Ağızından Erdem Beyazıt'ın Şiiri


Celâdetle lirizmin buluştuğu şiir
Erdem Bayazıt’la yarım asrı devirmiş bulan ilişkimiz, kelimenin tam ve kâmil anlamıyla bir dostluk olarak yaşanmıştır. 1955 yılında, Maraş Lisesi’nin birinci sınıfına başlamış öğrenciler olarak tanıştığımızda o, çoktandır şiirlerini yazmaktaydı.

Maraş’ın yerel gazetelerinde olsun, gene aynı dönemde rahmetli Cahit Zarifoğlu, rahmetli Alaeddin Özdenören, rahmetli Sait Zarifoğlu, Hasan Seyithanoğlu ve daha başka arkadaşlarımızla çıkardığımız dergilerde, kader, bizi daima aynı adreslerde buluşturdu. Edebiyat ve Mavera dergilerinin çıkartılmasında da, bu isimlere ek olarak rahmetli Akif İnan, Nazif Gürdoğan’la aynı ortak etkinlikleri paylaştık.

Her şiir için söz konusu olabileceği gibi Erdem Bayazıt’ın şiirine de çeşitli açılardan yaklaşmamız mümkündür.

Modern dünyanın bir şairi olarak ve modern dünyada yaşayan bir şair olarak, onun şiirine hangi perspektiften bakmalıyız?

Acaba Yunus Emre’nin veya Mevlânâ’nın veya Fuzuli’nin ve benzeri şairlerin şiirlerinde tebellür eden İslâmî duyarlığı özdeş olarak Erdem Bayazıt’ın şiirinde bulmaya çalışmak bizi sakil bir anakronizme götürmez mi? Bu soruyu ortaya koyuyoruz; çünkü değindiğimiz anakronizme düşen eleştirmecilerimizin tespitlerine tanık olunmuştur.

Oysa İslâm edebiyatının veya başka bir söyleyişle Müslümanların meydana getirdiği edebiyatın klasik dönemindeki ürünlerle günümüz şairinin ürününü aynı ortak payda döneminde denkleştirmek, bizi, tam da vurguladığımız anakronizme düşürür.

Şöyle ki, klasik dönem Müslüman şairleri, içinde yaşadıkları İslâmî ortamın Müslümanca havasını teneffüs ve terennüm ediyordu. Ancak günümüzün şairi, hiç de klasik dönem şairlerimizin soluduğu kültür ortamında yaşamıyor. Tersine, onun yaşadığı çağ, klasik dönemin tümüyle dışına düşmüş durumdadır. Ne ki, bir Müslüman şairin böylesi bir ortamda bile, yaşadığı çağın havasını Müslümanca bir söylemle terennüm edecek bir şiiri seslendirmesi mümkündür. Bence Erdem Bayazıt’ın denemek istediği şiir, bir Müslüman şairin içinde yaşadığı teknolojik hengameye karşı bir protesto sesi olmaya yönelmiştir. Behçet Necatigil, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü adlı kitabında bize çok yakın duran bir değerlendirmede bulunarak: “Barbar güçlerin, teknolojinin yıktığı, Tanrı’dan kopardığı insanın manevî kurtuluşunu arayan …” bir şiir olarak değerlendiriyor. Bu şiir, elbette, klasik dönem şairlerimizde bulunmayan bir eleştirel tonlamayı da barındırmaktadır bünyesinde.
Onun şiirinde, bir yandan Köroğlu’nun, Dadaloğlu’nun celadetli haykırışına denk ünlemlere tanık olurken, bir yandan da protestosuna mâkes olan yiğitçe kahırlanmalar işitiriz. Uzaklardan Dede Korkut’un hikemi tavrına hoşâmedî yapıldığını görürüz.Ancak bu şiirin dibinde yatan ve o şiirin usaresi mesabesinde duran lirizmi ihmal etmememiz gerekiyor. Erdem’in, birkaç yıl önce Kaşgar dergisinde yayınlanan ve elimizdeki Şiirler -Sebeb Ey, Risaleler, Gelecek Zaman Risalesi- toplamında yer alan “Kız Kulesi” şiiri, söz konusu lirizmin doruk noktasında yer alıyor. Bu şiirin içinde yer alan dramanın ve tonlamasındaki facia atmosferinin; bunun yanında süregelen içli ve dokunaklı söylemin onun yeni yazacağı şiirlerde nasıl dışa vuracağının işaretini de veriyor. Bu itibarla, yazacağı muştusunu verdiği Üsküdar Şiiri’ni heyecanla beklediğimizi burada açıklamak istiyorum.

O, şiirindeki ünlemli tonlamayla lirizmi buluşturan söylemiyle kendi alanındaki en olgun bileşimi gerçekleştiren şairlerin önde gelenlerinden biridir.

Kaynak:Rasim Özdenören, Kitap Zamanı, Sayı: 25, 4 Şubat 2008, s. 18.

BULMAK

Bir an kayboldun gibi! yaşadım kıyameti
Yoruldun ama buldun ey kalbim emaneti
Yeniden su yürüdü dalıma yaprağıma
Bir bakışın can verdi kurumuş toprağıma
Çiçeğe durdu kalbim içtim parmaklarından
Göz çeşmem suya erdi sevda kaynaklarından
Bir aydınlık denizin sonsuz derinliğinde
Yüzüyorum gözünün yeşil serinliğinde
Bir ışık bir kelebek biraz çiçek biraz kuş
Yeni bir ülke yüzün ellerimde kaybolmuş
Soluğum bir kuş gibi uçuyor ellerine
Kapılıp gidiyorum saçının sellerine
Gözlerinden göğüme sayısız yıldız akar
Bir gülüşün içimde binlerce lamba yakar
Bir kurtuluştur o an çağrılsa senin adın
Sesin ne kadar sıcak sesin ne kadar yakın
Tabiat bir bembeyaz gelinlik giymiş gibi
Yüzüme kar yağıyor sanki elinmiş gibi
Sensiz geçen zamanı belli yaşamamışım
Sensizlik bir kuyuymuş onu aşamamışım
Bir yol buldum öteye geçerek gözlerinden
İşte yeni bir dünya peygamber sözlerinden
Ölüm bize ne uzak bize ne yakın ölüm
Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm
ERDEM BAYAZIT

50. sanat yılında edebiyat dünyasını yetim bıraktı

Modern Türk şiirinin gür sesli şairlerinden Erdem Bayazıt, (69) dün İstanbul'da vefat etti. En çok bilinen şiirlerinden birinde dediği gibi, 'ölümsüzlüğü tattı'.
Uzun süredir kanser tedavisi gören şairin sağlık durumu son zamanlarda iyileşmeye durmuş, bu da dostlarını umutlandırmıştı. Bayazıt dün (05.07.2008), saat 19.00'da aramızdan ayrıldı. Cenazesi, yarın ikindi namazını müteakip Eyüp Sultan Camii'nden kaldırılacak.

Erdem Bayazıt, bir neslin Erdem Ağabey'i olarak hatırlanacak hep. O heybetli duruşunu yumuşatan sıcacık güler yüzü, bir çocuk duyarlığı taşıyan merhametli bakışları ve babacan tavrıyla... Yalın bir insandı, külfetsizdi. Sanki 'ağabey' olsun diye yaratılmıştı. Onu görünce insanın kalbi yumuşardı. Bir dönem siyasete atılmış, milletvekili olmuştu; ama o dünyaya yabancı olduğu her halinden belliydi. Vekilliği sona erince bir daha dönmedi siyasete. Onun asıl sanatı şiirdi. Genç kuşakların ondan öğrendiği en temel bilgi, vicdanının sesiyle konuşmaktı galiba. İnsanlığın acılarına ağlayabilme inceliği...

İlk kitabı "Sebep Ey!" yayımlandığında, Türk edebiyatı o güne kadar pek alışık olmadığı yerli bir lirizmle, zulme ve haksızlığa açıkça meydan okuyan, gönlünün coğrafyası geniş bir şairle tanışıyordu. Şiirindeki bu damar, daha sonraki eserlerinde güçlenerek ve genişleyerek yeni mecralar buldu. İslam coğrafyasının acıları modern şiirimizde belki de ilk kez onun şiirlerinde gür bir sesle dile getirildi. Afgan cihadı üstüne yazdığı şiirler, bir dönemin ruhunu yansıttı ve bir bilinç ışıldaması oluşturdu. Mehmet Kaplan başta olmak üzere kimi eleştirmenler, onun şiirini yanlış anladı ve yorumladı. O, İslam uygarlığını bir bütün olarak ele alıyor ve ondan kopan modern insanın yalnızlığını, şehirlerde beton duvarlar arasında kayboluşunu, emeğinin sömürülüşünü anlatıyordu. Acı kadar umut da vardı şiirinde, bir müjdeden söz ediyordu. Suların coşacağını, denizlerin kabaracağını, ölü şehirlerin canlanacağını ve bir gün yıldızlar arasından yemyeşil bir rüzgârın eseceğini haber veriyordu: "Sizin bahçenizde büyüyecek imanın güneş yüzlü çocuğu."

Erdem Bayazıt hep dostlarıyla anılan nadir insanlardan biridir. Onun adı anılanca peşinden Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören, Rasim Özdenören, Akif İnan, Alim Kahraman... adlarını anma gereği duyarsınız. Ve elbette Kahraman Maraş'ı... Şimdi Kahramanmaraş da dostları da onu yitirmenin acısını yaşıyor. Fakat o daha erken yaşlarında ölümü öylesine sindirmişti ki içine, bunu öyle dokunaklı dizelerle ilan etmişti ki ardında kalanlara diyecek pek fazla birşey de bırakmamıştı. Bize, geride kalanlara söyle diyordu bir şiirinde:
"...Ne tuhafsınız dostlar
Güçsüz kadınlar gibi ağlaşmak niye
Yükselmek varken ölümsüzlüğe..."

Hep şiire ve edebiyata döndü
Erdem Bayazıt, 1939 yılında Kahraman Maraş'ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini burada tamamladı. 1959 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde yüksek öğrenime başladı. 1963'te yüksek öğrenimine ara vererek askere gitti. Askerlik dönüşünde Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümüne kaydoldu. 1971 yılında buradan mezun olan Bayazıt, Kahramanmaraş Lisesi'nde edebiyat öğretmeni olarak göreve başladı. Daha sonra Kahramanmaraş İl Halk Kütüphanesi'ne müdür oldu. Öğrencilik yıllarında şiir yazmaya başlayan Bayazıt, Edebiyat ve Mavera dergilerinin kurucuları arasında yer aldı. İlk şiirleri 1958'de Kahramanmaraş'ta yayınlanan Hamle dergisi ve Gençlik gazetesinin sanat ekinde çıktı. Şiir ve yazılarını Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera, Yedi İklim dergileri ile Yeni İstiklal, Yeni Devir ve Zaman gazetelerinde yayımlandı. İlk şiir kitabı olan "Sebeb Ey" 1972 yılında Edebiyat Yayınları arasında çıktı. 1981 yılı Temmuz ayında Ajans 1400 film ekibiyle birlikte Afganistan'a doğru yola çıkan şair, Pakistan'ın Peşaver kenti başta olmak üzere İran, Hindistan ve Afganistan içlerini gezdi. Yaptığı bu iki aylık gezinin izlenimlerini topladığı "İpek yolundan Afganistan'a" adlı eseriyle 1983 yılında Türkiye Yazarlar Birliği Basın Ödülü'nü kazandı. 1984'te Devlet Planlama Teşkilatı'na sözleşmeli personel olarak giren şair, daha sonra bu görevi bıraktı. 1987 milletvekili seçimlerinde Anavatan Partisi'nden Kahramanmaraş milletvekili seçilerek Milli Eğitim ve Çevre Komisyonlarında görev aldı. 1988 yılında "Risaleler" adlı şiir kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği Şiir Ödülünü kazandı. Milletvekilliği sona erdikten sonra İstanbul 'a yerleşti. Evli ve dört çocuk babası olan Bayazıt'ın bütün şiirleri "Şiirler" (2007) adıyla İz Yayıncılık tarafından yayımlandı.

ERDEM BAYAZIT'IN ARDINDAN
Rasim Özdenören: "Yoğun bir üzüntü içerisindeyim. Erdem Bayazıt denince aklıma ilk gelen, asalet. Bütün hayatı asil hareketlerle asil davranışlarla geçti. Şiiri de kendisinin asaletini yansıtıyordu. Nesri de öyleydi; belki çok fazla yazmadı ama yazdıkları edebiyatımız için yeterlidir ve büyük bir kazançtır. Kendisiyle 50 yıldan fazla süren bir yol arkadaşlığımız oldu. Bu süre zarfında en küçük bir tartışmamız olmadı. Beraber aynı evi, aynı odayı paylaştığımız yıllar oldu. Edebiyatımız için Türk insanı için büyük bir kayıp olduğunu düşünüyorum. "
Turan Koç: "O bizim ağabeyimizdi. İsmiyle, suretiyle, siretiyle ağabeydi. Protokol kelimesi olarak söylüyoruz ama; bey kelimesi kolay kolay herkese söylenmiyor. Erdem Bayazıt bu sözü hak ediyordu. İsmiyle müsemma dediğimiz kişilerdendi. Adil ve adı gibi erdem sahibi bir insandı. Şiiri de yiğit bir şiirdi, diri bir şiirdi. Engin, dolu ve dinamik bir şiirdi. Bu toprağın şiiriydi, bu toprağın sesiydi. Allah gani gani rahmet eylesin."
Ali Haydar Haksal: "Erdem Bayazıt, yüksek sesle şiirini dile getiren yüzyılımızın en önemli şairlerinden biriydi. Aslında onun sesinin yüksekliği çağa, olumsuzluklara karşı bir direnişin sesidir. Onun şiirinde kendi içinde yumuşak ifadeler de var. O ifadeler onun dünyasını tanımlıyor. Yani bir yanıyla çok içli, bir yanıyla da olumsuzluklara karşı yüksek sesle karşılık verebilen bir insandı. Onun şiirini duru sularda akan bir şelaleye benzetiyorum. Edebiyatımız için de büyük bir kayıp."
Ömer Erdem: "Erdem Bayazıt, Necip Fazıl şiiriyle gelen ve Sezai Karakoç şiirinin içeriğiyle açılım kazanan, Cahit Zarifoğlu şiiri ile yeni bir dil yapısı edinen şiirimize kendisine özgü diyebileceğimiz yeni bir ses ve yeni duyuş getirmiştir. Bir taraftan son derece insancıl diyebileceğimiz duyarlıklarını yerli Anadolu motiflerinden alan bir şiir anlayışı ama bu şiir anlayışını kendi içerisinde çağdaşlaştırmayı bilmiş bir söylem biçimi. Aslında Erdem Bayazıt'ın şiiri yanlış okunmuş bir şiirdir. Çünkü dönemin siyasal ideolojik koşullarına yanaştırılmış bir şiir olarak tanımlanmıştır. Halbuki Erdem Bayazıt'ın şiiri daha dikkatli okunuduğu zaman kendisine özgü orijinallikleri barındıran bir şiirdir."
Alim Kahraman: "Kaybımız ve acımız büyük.Erdem Bayazıt'ın şiiri bir ünlem şiiridir. Tonu yükseltilmiş bir sesleniştir.Bütün o kabarmalar, fırtınalar, boğuşmalar Tanrı'yı anışta, kalbin ritmiyle evrendeki büyük ritmin buluşmasında anlamını bulur ve yatışır. Kurduğu ilişki 'bireyden bireye' değil, bireyden topluma şeklinde ifadelendirilebilecek bir karaktere sahiptir.Aslında, daha köklü bir benzeşme için kelimelerden çok poetik algıya bakmak gerekir. İçinde bir naifliği de taşıyan, ancak yüksek perdeli bir ses tonuyla konuşan bir şiir koydu ortaya."
KAYNAK: Zaman Gazetesi, 06.07.2008

Faruk K.Timurtaş Hocayı anıyoruz

Faruk Kadri Timurtaş son devrin Türk dil bilgini ve fikir adamı. 26 Şubat 1925 târihinde Kilis’te doğmuştur. Neseben,Kara Timurtaş Paşaya dayanır.İlk ve orta tahsilini Kilis’te, lise tahsilini ise İstanbul Kabataş Lisesinde 1942 yılında tamamlamıştır. 1942-1943 ders yılında İstanbul Üniversitesi Edebiyât Fakültesine kaydolmuştur.Türkoloji bölümünde On Yedinci Asır Şâirlerinden Edirneli Güftî ve Teşrifâtü’ş-Şuârası adındaki tezini hazırlamış ve 1946 yılının Haziran ayında mezun olmuştur. Şeyhi ve Hüsrev ü Şîrîn’i adlı tezi ile 9 Kasım 1950 târihinde edebiyat doktoru ünvânını almıştır.
28 Aralık 1950 târihinde üniversiteye intisâb eden Fâruk K. Timurtaş, Mayıs 1954’te fakülte tarafından Fransa’ya gönderilmiş, iki yılı aşkın bir zaman dil sâhasında araştırmalar yapmış, Fransızcasını mükemmelleştirmiş ve Phonétique Enstitüsünden sertifika almıştır.
Ekim 1956’da yurda dönen Fâruk Timurtaş, Haziran 1957-Ekim 1958 târihleri arasında vatanî vazifesini Sarıkamış’ta yedeksubay olarak yapmış; akabinde Şeyhî ve Çağdaşlarının Eserleri Üzerinde Gramer Araştırmaları adlı doçentlik tezini sunmuş, imtihanlarını başararak doçent olmuştur.

9 Mart 1960 târihinde evlenen Timurtaş, 1965 Şubat ve Mart aylarında Londra Üniversitesi Şark Dilleri Mektebinin dâvetlisi olarak İngiltere’ye gitmiştir. 1966 yılının ŞubatındanAğustosuna kadar altı aya yakın bir süre tekrar İngiltere’de bulunan Timurtaş, bu zaman zarfında Münih, Frankfurt, Paris, Amsterdam,Viyana, Roma ve Venedik gibi Avrupa’nın belli başlı şehirlerinde meslekî araştırmalar yapmış, 17 Nisan 1967 tarihinde profesörlüğe yükseltilmiştir.

1976 Mayısında Kıbrıs Türk Federe Devletinin dâveti üzerine Kıbrıs’a gitmiş ve konferanslar vermiştir. Bundan başka 1976 yılının sonbaharında Yugoslavya gezisine çıkmış,Türk Dili ve Edebiyatı üzerine konuşmaları olmuş ve konferanslar vermiş; Prizren, Priştine, Üsküp, Saraybosna ve Belgrad gibi eski Osmanlı şehirlerinde mesleği sâhasında araştırmalar yapmış, Sofya’ya uğrayarak Türkoloji öğretim üyeleriyle fikir alış verişinde bulunmuştur.

Fâruk K. Timurtaş, devrinin ilim meclislerinde yer almış, Arapça ve Farsça dersler görmüştür. Onun yetişmesinde muhîtinin ve hocalarının mühim tesiri vardır. Daha lise yıllarında başta Fâruk Nâfiz olmak üzere Hıfzı Tevfik Gönensoy ve Nihad Sâmî Banarlı’dan dersler almıştır. Üniversite yıllarında ise İbnü’l-Emin Mahmûd Kemâl, İsmâil Hâmî Danişmend, M. Şekip Tunç, Ali Fuâd Başgil, Hilmi Ziyâ Ülken, Ziyâeddîn Fahrî, Mükrimin Halil gibi zatların çevresinde bulunmuştur.

Ömrünü Türk Dili ve edebiyâtına vakfeden,Türkoloji sâhasının bu büyük bilgini, hayatı boyunca talebe yetiştirmiştir. 25 Ocak 1982 târihinde beyin kanaması geçirmesi üzerine hastahâneye kaldırılmış ve 4 Temmuz 1982 (12 Ramazan 1402) tarihinde vefat etmiştir.Kabri Edirnekapı Sakızağacı Şehitliğindedir.

Türk milletinin her sâhada üstün bir millet olması için çalışan Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, bilhassa eğitim ve öğretim üzerinde çok durmuştur. En büyük arzusu talebe yetiştirmek olan Timurtaş; kendi fakültesinden başka Gazetecilik Enstitüsünde, Yüksek Öğretmen Okulunda Türk Musîkîsi Konservatuarında da dersler vermiş ve bu yönden Türk ilim ve irfanına hizmette bulunmaya çalışmıştır.

Eserlerinden de anlaşılacağı gibi, yalnız sâhasının adamı olarak kalmamış,Türk milletinin çeşitli meseleleri üzerine de parmak basmıştır. Matbûâtla alâkasını kesmeyen Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, çeşitli gazete ve dergilerde yazılar yazmıştır.Ayrıca Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsünün kurucuları arasında yer almış ve Kültür Bakanlığının komisyonlarında çeşitli hizmetlerde bulunmuştur.

Muallimler Birliği Başkanıyken ikinci defa ve son olarak Dil Kongresinin yapılmasını temin etmiş,Türkçenin düştüğü durumları ele almış ve ilmî yolun dışında dile olan uydurma müdâhalelere karşı çıkmıştır.Ona göre dilin sâdeleşmesi normaldir. Fakat bu, dilin kendi tabiî gelişmesi içinde cereyân etmelidir. Uydurmacılık, ilim tanımayan yıkıcılıktan başka bir şey değildir.Aşırı tasfiyeciliğe giderek gramer kâidesi tanımayan bu hareket, dil kânunlarına aykırı olduğu gibi Türkçenin yozlaşması demektir. Fâruk K. Timurtaş, Türk dilinin, ilmin önderliğinde gelişmesini ve zenginleşmesini müdâfaa eden bir ilim adamıdır.O, Türkçenin müdâfii olan diğer bütün arkadaşları gibi, bu fikirlere karşı olan kimseler tarafından,Türk Dil Kurumundan çıkarılmıştır.

Ders kitaplarının yanında, eserlerinin ekseriyeti dille ilgili olup,onun Türkdili hakkındaki araştırmalarını, fikirlerini ve mücâdelelerini geniş olarak ihtivâ etmektedir. Bilhassa; Türkçemiz ve Uydurmacılık,Yeni Kelimeler Sözlüğü,Dil Dâvâsı ve Ziyâ Gökalp, Dil Dâvâsı adlı kitapları,Türçenin kurtarılması için gayretlerini göstermektedir. Türkçe için; “Dil meselesi bir millî müdâfaa meselesidir. Dilimizi korumak, vatanı korumakla birdir. Çünkü dil de vatan kadar, târih kadar, gelenek ve töre kadar azizdir. Belki de hepsinin ifâdesi, onda olduğu için hepsinden öndedir. Dil olmayınca millet olmaz, milliyet olmaz.” diyen Prof. Dr. Fâruk K. Timurtaş, dil meseleleri dışında umumî kültür, memleket ve edebiyatla ilgili yazılar da yazmıştır.

Şâirliği de bir başka tarafıdır. Şiirlerinde, eserlerinde olduğu gibi dâimâ Türk milletini ve değerlerini işlemiş, kaybedilen toprakların ve târihin hasretini çekmiş ve dile getirmiştir.Vezin olarak, serbest, hece ve aruzu kullanmıştır. Bilhassa 1948-1949 yıllarında yazdığı şiirlerde millî ve insânî duygularla dolu bir ruhun çağladığı görülür.

Eserleri: Altmış’ın üstünde ilmî makalesi, ona yakın tebliği, otuza yakın araştırma ve incelemesi bulunan Prof. Dr. Fâruk Kadri Timurtaş’ın eserleri de büyük bir yekûn tutmaktadır. Bunlar: Mehmet Akif ve Cemiyetimiz (1962), Ali Şir Nevâî’nin Türk Diline Hizmetleri (1962), Osmanlıca (1962),Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrini (1963), Osmanlıca Grameri (1964), Dil Dâvâsı ve Ziya Gökalp (1965), Şeyhî-Hayatı ve Eserleri, Eserlerinden Seçmeler (1968), Mevlid (1970), Peyami Safâ’dan Seçmeler/Ergün Göze ile birlikte (1976), Şeyhî’nin Harnâmesi (1971), Yûnus Emre Dîvânı (1972), Millî Üniversite ve Reform (1972), Yeni Osmanlıca Metinler (1972), Klâsik ve Eski Osmanlı Türkçesi Metinleri (1974), Osmanlı Türkçesine Giriş (1972), TürkDili/Prof. Dr.Muharrem Ergin ve Prof. Dr.Mehmed Kaplan ile birlikte (1977), Eski Türkiye Türkçesi, XV. Yüzyıl (1981), Türkçemiz ve Uydurmacılık (1977), Osmanlı Türkçesi ve Grameri III (1979), Uydurma Olan ve OlmayanYeni Kelimeler Sözlüğü (1979), Târih İçinde Türk Edebiyatı (1981), Dil Dâvâsı, Burhan Bozgeyik’le Mülâkat (1981)tır.
Aşağıdaki beyitler onun “Efendimiz” redifli nâtındandır:
Nûrun ki etti âlemi rakşân Efendimiz,
Yoktur cihânda zulmete imkân Efendimiz.
...............................
Ma’zûr tut bu âcizi kim cür’et eyledi,
Zerreyken oldu şemse senâhân Efendimiz.
..................................
Dürr-i yetîmsin ki sana Mustafâ denir,
Ey on sekiz bin âleme sultân Efendimiz.
Tutmuş onun da gönlünü hicrân Efendimiz.
.....................................
Nâz uykusundan aldı götürmek için seni,
Cibrîl bu dâvet ile bulup cân Efendimiz.
.......................................
Senden şefâat isteyi FÂRÛK geldi kim,
Gözyaşlarında derdi nümâyân Efendimiz.
Üniversite Osmanlıca kitabından ders gördüğüm hocama Allah rahmet eylesin.
Kaynak:http://ansiklopedi.turkcebilgi.com

Ahmed Yüksel Özemre Hoca vefat etti

İlim ve fikir adamı, yazarımız Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre bugün vefat etti. Özemre, İstanbul Anadolu Yakasında rahatsızlığı dolayısıyla yattığı Perihan Yalçın Hastanesi’nde saat 11.00 civarında hayatını kaybetti. Özemre, yarın (26 Haziran 2008) Üsküdar Yeni Camii (Valide-i Cedit Camii)'nde ikindiden sonra kılınacak cenaze namazının ardından Karacaahmet Mezarlığı'nda defnedilecek.

Türkiye’nin İlk Atom Mühendisi Prof. Dr. Ahmed Yüksel Özemre 1935'de Üsküdar'da doğmuş; 1954'de Galatasaray Lisesi'nden, 1957'de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Bölümü'nden ve 1958'de de Fransa Nükleer Bilimler ve Teknoloji Millî Enstitüsü'nden mezun olmuştur. Bu i'tibârla Türkiye'nin ilk Atom Mühendisi'dir. 1969 yılında Profesör olan Özemre İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsü ve Matematiksel Fizik Anabilim Dalı başkanlıklarını 11 yıl yürüttükten sonra 1984'de kendi isteğiyle emekliye ayrılmıştır. Ayrıca Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezi Müdürü, İst.Üniv. Fen Fakültesi Dekanı, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TÜBİTAK) Bilim Kurulu Üyesi, TÜBİTAK Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Merkezi kurucu kurul üyesi, Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Başkanı, Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı Danışmanı ve Nükleer Santral Proje Koordinatörü gibi görevlerin yanısıra Türkiye'yi NATO Bilim Komitesi'nde, OECD Nükleer Enerji Ajansı Yönetim Kurulu'nda, CERN (Avrupa Nükleer Araştırmalar Merkezi) Konseyi'nde ve Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı nezdinde de yıllarca temsil etmiştir. 1998-2000 arasında Türkiye Elektrik Üretim Ve İletim A.Ş. nin Genel Müdürü'nün "Akkuyu Nükleer Santral İhâlesi" konusunda Danışmanı olarak çalışmıştır.

Pozitif, sosyal ve dinî ilimler konularında 400 kadar makale ve raporu bulunan Prof. Özemre'nin hâlen üniversitelerimizde okutulan ve defalarca yeniden basılmış olan 12 cild ders kitabı yanında 40 cild kadar da genel kültür meselelerine ait kitapları ve tercümeleri vardır. Gebze Sanayici ve İşadamları Derneği (GESİAD) Prof. Özemre'ye 1993 yılı Türkiye'de Yılın "İlim Adamı" ödülünü vermiştir. Türkiye Yazarlar Birliği kendisini: 1996 yılında Üsküdar'da Bir Attâr Dükkânı (6 baskı) isimli eseriyle Hâtırat Dalı'nda ve 1998 yılında da Prof.Dr. Toshihiko İzutsu'dan çevirdiği İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar-Kavramlar (3 baskı) başlıklı çevirisiyle Çeviri Dalı'nda "Yılın Sanatçısı" ödüllerine lâyık görmüştür. Üsküdar Belediyesi ise, Prof. Özemre'nin Üsküdar'a hizmetlerinden ötürü, 2002 yılında Çengelköy'de inşâ ettirdiği bir Kültür Merkezi'ne Ahmed Yüksel Özemre Kültür Merkezi adını vermiş bulunmaktadır. Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca bilen Prof. Özemre evlidir; iki kızı ve bir de torunu vardır. Prof. Özemre'nin web sitesinin adresi: www.ozemre.com dur. Bu siteden Prof. Özemre'nin ders kitaplarını ve diğer bazı eserlerini ücretsiz indirmek mümkündür.
Kaynak:www.sanatalemi.net

ŞAİR NEV'İ

1533 yılında Malkara'da doğan Şair Nev'i, şair Baki'nin çağdaşıdır. Osmanlı Kadılarından Ataullahın oğlu olan Şair Nev'i, Padişah ve sadrazam çocuklarına öğretmenlik yapmıştır. Ayrıca, bazı îllerde Kadılık yaptıktan sonra, kısa bir sure Bağdat Kadılığında da bulunmuştur. Anlaşıldığı kadarı ile Bağdat'a yanlışlıkla verilen Şair Nev'i bu yanlışlığın farkındadır. Daha sonra yanlışlığın yetkililer tarafından da anlaşılması üzerine, Bağdat Kadılığından alınarak başka bir göreve atanır. Bunun üzerine Şair Nev'i " YANLIŞ HESAP BAĞDAT'TAN DÖNDÜ " demiştir. Daha sonra bu söz halk arasında " Yanlış hesap Bağdat'tan döner " ünlü atasözüne dönüşmüştür. Nev'i, 24 Haziran'da (1599) vefat etti. Allah rahmet eylesin.

BİLİYOR MUSUNUZ?

İlk Boğaziçi Köprü Projesi'nin Sultan İkinci Abdülhamid döneminde yapıldığını, 1900 yılında, Anadoluhisarı ile Rumeli Hisarı arasında bir köprü kurulması için Bosphorus Railroad Company adlı şirket çalışmalara başlandığını, köprü üzerine demiryolu döşenmesinin de planlandığını, böylece, Avrupa’dan kalkan bir trenin Bağdat a kadar gidebileceğini; ancak iç karışıklıklar ve Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin o zaman için bu projenin gerçekleştirilmesine engel olduğunu...

MANKURTİZM


Ünlü Yazar Cengiz Aytmatov'un anısına...

Dünyanın zirve sanatçılarından Cengiz Aytmatov’un en önemli özelliklerinden biri kültür yozlaşmasını ve kişinin özüne yabancılaşmasını sembolize eden mankurt ve mankurtizim kavramlarını dünya edebiyat literatürüne kazandırmasıdır. Aytmatov, ”Gün Olur Asra Bedel” adlı romanında baskıcı bir sistemin insanları mankurlaştırmasından söz eder.

Mankurt motifi eserde Nayman Ana efsanesiyle kendini gösterir. Sarı-Özek bozkırının eski devirlerinde Juan Juanlar esir aldıkları düşmanların kafasını kazıdıktan sonra, yeni yüzülmüş deve derisini esirin kafasına geçirip ellerinİ kollarını bağlayarak kızgın güneşte bekletilirdi. Bu deri esirin kafasını sımsıkı kavrar, büyümeye başlayan saçlar deriden geri dönerek birer iğne gibi kafaya saplanırdı. Kurbanların çoğu bu acıya dayanamayıp ölür, sağ kalanlar ise hafızalarını kaybederek geçmişlerini hatırlamayan birer mankurt olurlardı. Mankurtlar, efendilerinden aldıkları emirleri tereddütsüz yerine getirirlerdi. Hafıza kaybı olduğundan bir mankurtun, ailesini, yakınlarından birini, kendi milletine ait insanları tanıması mümkün olmazdı. Juan Juanlar tarafından esir alınarak mankurt haline getirilen Nayman Ana’nın oğlu Colaman da annesini tanımaz, hatta efendisinden aldığı emirle onu öldürür.

Cengiz Aytmatov’un mesajını kendi ağzından dinleyelim:
“İnsan düşünen ve üreten bir varlıktır. Ve insan geçmişinden koparak yaşayamaz. Düşünmesine ve düşündüğünü ifade etmesine imkân verilmezse, yalnız emredileni yaparsa, o, yarınlarına bir insan olarak değil bir robot olarak ulaşır. İster okumuş olsun, ister aydın olsun bir insan, ömrünü yalnız tüketici olarak geçirir, üretici ve yaratıcı olmazsa karşılaştığı durumları düşünmez, kendine sorular sormaz ve cevap aramazsa küçük bir düşünce dairesine hapsedilirse ve o dairede egemen güçler tarafından çizilmiş, içindekiler onlar tarafından konmuş ise o insan bir robottur. Egemen güçler sömürge haline getirdikleri milletleri işte böyle bir daireye hapsederler. Bu, güçlünün zayıf üzerine yüzyıllardan beri uygulaya geldiği bir politikadır. Buna rağmen çok gecikerek pek çok şeyler de kaybederek de olsa Hakk’ın gücü zulmün gücünü bir gün yener. Ama bunun da şartı o direnin içinde bir mankurt haline gelinceye kadar kalmamaktır. Öz milletinin ve başka milletlerin tecrübelerinden mahrum bırakılmış insan, kendini tarihî perspektifin dışında bulur. Si ey sömürge milletler, geçmişinizi iyi tanıyın, geleceğinizi iyi belirleyin… Silkinin, uyanın ve bir mankurt olmaktan kurtulun.”

Yazarın mankurt motifini belirgin bir şekilde ön plana çıkarmasının temelinde çağımız insanının efendilik ile kölelik arasında bir tercih yapmasının gerekliliği düşüncesi vardır. Çünkü Aytmatov’un ifadesiyle mankurtizasyon hâlâ devam etmektedir.

Burada ele alınan mankurt motifi geçmiş, hâl ve gelecekteki hayatı yönlendirecek robot insan tipinin temsilcisidir. Yazar geçmişte Nayman Ana örneğinde olduğu gibi mankurtun kendi annesine nasıl düşman edildiğini ve gözünü kırpmadan onu nasıl öldürebileceğini, halde ise Tossıkbayev’in şahsında Sovyet rejiminin nasıl bir insan tipinin arzuladığını okuyucuya gösteriyor. Onlar efendilerinin emirlerinden çıkmayan beyinlerini ve enerjilerini efendilerinin hizmetine vermiş birer robot-insandır. Bu tekâmülün son safhası rosot-insan idealidir. Yazar gelecekte arzu edilen insan tipini Sabitcan’ın ağzından nakleder:“…İnsan ancak merkezden verilen programa göre hareket edebilecek. Keyfince yaşadığını, dilediğince hareket ettiğini sanacak; ama aslında her şeyi, aldığı nefesi bile yukarıdan verilen programa uygun olacak. Oradan ayarlanacak her şey. Bir şarkı söylemen mi gerek? Merkez bir sinyal verecek ve sen şarkı söyleyeceksin…”(sayfa 48-50)

İnsanlarla konuşuyorum. Ülke gündeminden, şundan bundan sohbet ediyoruz. Konuştuğum insanlar televizyon ve medya ile ağız birliği etmişçesine aynı şeyleri söylüyorlar. Televizyon ve medyanın o kadar etkisinde kalıyorlar ki onların söylediği dışında başka bir doğru yok sanki! Medya kesin bir nass, hukuk kuralı gibi insanlara nüfuz etmiş. Doğrusu doğru, yanlışı yanlış… Hâlbuki insanların düşünmesi ve öyle karar vermesi gerekir. İçinde bulunduğumuz zaman düşünme yeteneğimizin elimizden alındığı, başkalarının bizim adımıza düşünüp karar verdiği bir zaman dilimi… İşte mankurtizasyonun modern şekli… Senin adına ben düşünürüm mantığı! Bu mantığa hayır demediğimiz müddetçe başkalarının kulu/kölesi olmaya mahkûmuz.

Kısaca aslını unutmuş, robotlaştırılmış, duygusuzlaştırılmış, kökünden koparılmış, neyi ne için yaptığını bilmeyen ve kendisine verilen emirleri hiç düşünmeden uygulayan insanlar mankurt olmaktan kurtulamazlar. Bu durumdan kurtulmaları kendi kimlik ve kültürlerine sahip çıkmalarıyla mümkündür. Mankurtizasyon sadece eski Sovyetler Birliği’ne has bir vakıa olmadığına ve hala devam ettiğine göre etrafınızı iyi tahlil ederseniz ve etrafınıza bakarsanız mankurtların cirit attığını göreceksiniz.

YILMAZ KISA
EDEBİYAT ÖĞRETMENİ

BAŞARI İÇİN BUGÜN NE YAPABİLİRSİN?

Nietzsche’nin sevgilisi Salome’ye gönderdiği mektuptan bir bölüm!
Öyle bir hayat yaşıyorum ki, Cenneti de gördüm, cehennemi de. Öyle bir aşk yaşadım ki, Tutkuyu da gördüm, pes etmeyi de. Bazıları seyrederken hayatı en önden, Kendime bir sahne buldum oynadım. Öyle bir rol vermişler ki Okudum, okudum, anlamadım. Kendi kendime konuştum bazen evimde. Hem kızdım hem güldüm halime. Sonra dedim ki “söz ver kendine.” Denizleri seviyorsan, dalgaları da seveceksin. Sevilmek istiyorsan, önce sevmeyi bileceksin Uçmayı seviyorsan, düşmeyi de bileceksin Korkarak yaşıyorsan, yalnızca hayatı seyredersin. Öyle bir hayat yaşadım ki, son yolculukları erken tanıdım. Öyle çok değerliymiş ki zaman Hep acele etmem bundan, anladım…
Kaynak:www.muminsekman.com

CEMİL MERİÇ'İ ÖLÜMÜNÜN 21.YILINDA ANIYORUZ

Ya Reyhaniye kahvelerinde ömür çürüten, vaktiyle lisede okuyan ve çalışan, fakat istidadı olmadığı ve nefsinde atalete ihtimal bulunduğu için vazgeçen basit, adi bir genç veya gözlerini, hayatını hakikat uğruna feda ederek, nesl-i ati destanlarına bir zafer ve fedakarlık numunesi olacak hakiki bir insan.” diyordu Cemil Meriç kendini yazdığı mektubunda. Bahsi geçen modellerden ikincisini seçti, tüm hayatının beyin koridorlarındaki asli yürüşle geçirdi ve bir fikir kumandanı olarak hayata veda etti. 21 yıl önce kaybettiğimiz, Türk düşünce hayatının önemli simalarından biri olan Cemir Meriç, vefatının yıldönümü olan 13 Haziran'da, ne yazık ki sadece Üsküdar Belediyesi'nin hazırladığı bir etkinlikle anıldı.

''Kimim ben... Hayatını, Türk irfanına adayan, münzevi ve mütecessiz bir fikir işiçisi...'' sözünün sahibi, 'Muhteşem bir maziyi, daha muhteşem bir istikbale bağlayan bir köprü olmak' uğruna, ömrünü 'Bu ülke'ye adamış, değerli bir entelektüeli, Cemil Meriç'i, vefatının 21. yılında biz de okuyucularımıza hatırlatalım istedik...

Cemil Meriç Kimdir?
Yazar ve mütercim. 12 Aralık 1916’da Hatay Reyhanlı’da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü. Fransız idaresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya Sultanisi’nde okudu. Bir süre ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü, Tercüme kaleminde reis muavinliği yaptı. 1940’da İstanbul Üniversitesi’ne girip Fransız Dili ve Edebiyatı öğrenimi gördü. 1941’den başlayarak İnsan, Yücel, Gün, Ayin Bibliyografyası de
rgilerinde yazmaya başladı. 1942 ve 45 yılları arasında Elazığ lisesinde, 1952 ve 54 yılları arasında ise İstanbul`da Fransızca öğretmeni olarak çalıştı. Daha sonra İstanbul üniversitesi Edebiyat fakültesinde yabancı diller okutmanlığı görevinde bulundu, Sosyoloji bölümünde dersler verdi. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı, kendi ifadesiyle, “söküyor”du. 1955’de gözlerindeki miyobunun artması sonucu görmez oldu, ama olağan üstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. Talebelerinin yardımıyla çalışmalarını ölümüne kadar sürdürdü. 1974 yılında İstanbul üniversitesinden emekli oldu ve yıllarının birikimini ardarda kitaplaştırmaya girişti. 1984’te, önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi, 13 Haziran 1987’de vefat etti. Cemil Meriç`in ilk yazısı Hatay`da Yeni Gün Gazetesi`nde çıktı (1928). Sonra Yirminci Asır, Yeni İnsan, Türk Edebiyatı, Yeni Devir, Pınar, Doğuş ve Edebiyat dergilerinde yazılar yazdı. Hisar dergisinde “Fildisi Kuleden” başlığıyla sürekli denemeler yazdı. Meriç, gençlik yıllarında Fransızcadan tercümeye başladı. Hanore de Balzac ve Victor Hugo`dan yaptığı tercümelerle kuvvetli bir mütercim olduğunu gösterdi. Bati medeniyetinin temelini araştırdı. Dil meseleleri üzerinde önemle durdu. Dilin, bir milletin özü olduğunu savundu ve sansüre, anarşik edebiyata şiddetle çattı. Ruhu şad olsun!

Eserleri
İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. Hint Edebiyâtı(daha sonra "Bir Dünyanın Eşiğinde" başlığıyla iki kez daha basıldı), Saint Simon- Ilk Sosyolog, Ilk Sosyalist-, Bir Dünyânın Eşiğinde, Bu Ülke, Mağaradakiler, Bir Fâciânın Hikâyesi, Işık Doğudan Gelir ve Kültürden İrfana başlıca eserleridir. Bu Ülke (1974, 5 baskı), Umrandan Uygarlığa (1974, 2 baskı), Mağaradakiler (1978, 2 baskı), Kırk Ambar (1980), Bir Facianın Hikâyesi (1981), Işık Doğudan Gelir (1984), Kültürden İrfana (1985). Balzac’tan yaptığı çevirilerin ilki 1943´te yayımlandı. Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel Heyd’in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thornton Wilder’in Köprüden Düsenler (1981) ve Maxime Rodinson’un Bati’yi Büyüleyen İslâm (1983) adlı eserlerini de Türkçe’ye kazandırdı. İletisim Yayınları Cemil Meriç’in “Bütün Eserleri”ni toplu halde basarken, daha önce yayımlanmamış üç kitabını daha yayımlandı: Jurnal 1 (1992), Jurnal 2 (1993), Sosyoloji Notları ve Konferanslar (1993). “Bütün Eserleri” dizisinden “gözden geçirilmiş yeni baskı”sı yapılan kitaplar ise şunlardır: Bu Ülke (1983), Bir Dünyanın Eşiğinde (1994), Saint-Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist (1995), Ümrandan Uygarlığa (1996), Mağaradakiler (1997), Kırk Ambar - Cilt 1 - Rümuz-ül Edeb (1998).

Aldığı ödüller: Umrandan Uygarlığa (1974), Kırk Ambar (1983) isimli eserleriyle iki defâ Türkiye Millî Kültür Vakfı ödülünü kazandı. Kırk Ambar adlı eseriyle "Türkiye Millî Kültür Vakfı" ödülü, Ankara Yazarlar Birliği Derneği'nin"Yılın Yazarı", Kayseri Sanatçılar Derneği'nce, "İnceleme", Kültürden İrfana adlı eseriyle, Türkiye Yazarlar Birliği "Yılın Fikir Eserleri" ödüllerini aldı...

Kaynak:http://www.cemilmeric.net

DÜNYACA ÜNLÜ KIRGIZ YAZAR CENGİZ AYTMATOV ÖLDÜ

Dünyaca ünlü Kırgız yazar
Cengiz Aytmatov,
hayatını kaybetti.
Yazar, mankurtlaşma
kavramıyla kültür
emperyalizmine
karşı savaş
açmasıyla
tanınıyordu.

Almanya’da tedavi gören edebiyat dünyasının ünlü isimlerinden Aytmatov, 10 Haziran 2008 tarihinde akşam saatlerinde hayatını kaybetti. 16 Mayıs'ta Tataristan'da hastalanarak Almanya'ya götürülen Aytmatov, solunum cihazına bağlı olarak yoğun bakımda tutuluyordu.1958 yılında yayınlanan "Cemile" isimli kitabıyla tanınan Kırgız yazar Aytmatov, "Gün Olur Asra Bedel" romanının film çekimleri için gittiği Tataristan Cumhuriyeti'nin başkenti Kazan'da 16 Mayıs günü rahatsızlanarak tedavi için Almanya'ya getirilmişti. Böbrek yetmezliği teşhisiyle hastaneye kaldırılan yazar, Almanya'nın Nürnberg kentindeki Klinikum Nord hastanesinde tedavi görüyordu.Mankurtlaşma kavramıyla kültür emperyalizmine karşı çıktı Cengiz Aytmatov’un “Gün Uzar Yüzyıl Olur” (Gün Olur Asra Bedel) romanında karşılaştığımız “mankurt” terimi ve yazarın bu terim bağlamında anlattığı “Nayman Ana Destanı” herkesi büyülemişti. Mankurt kelime itibarıyla şöyle tanımlanabilir: Halkı ve ya bireyi kültürel kimliğinden uzaklaştırarak,kimliksiz ne idüğü belirsiz,başkaları tarafından kullanılan bir birey halile getirme ideolojisi… Mankurt Destanı Sarı-Özek’i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. Kırgızların komşusu ve can düşmanı olan Juan-Juanlar son derece gaddar ve acımasızdır. Fırsat buldukları zaman komşu kabile ve oymaklara baskınlarda bulunup; yakıp yıkarlar, ne bulurlarsa yağmalarlar ve genç esirleri de Mankurtlaştırarak ölünceye kadar kendilerine köle yaparlarmış. Bazen de onları komşu ülkelere köle olarak satarlarmış. Satılanlar şanslı sayılırmış, çünkü bunlar bazen bir fırsatını bulup kaçar, ülkelerine dönerek Juan-Juanlar’ın yaptığı işkenceleri anlatırlarmış. Ama asıl işkenceyi, genç ve güçlü oldukları için satmadıkları esire yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esrin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna “Deri geçirme işkencesi” derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bir devenin boynundan beş-altı kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece bir kaç gün bırakırlarmış. Bu tutsaklar birer mankurt olmadan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay olmazmış. Juan-Juanların bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan farksız olurmuş onla riçin. Bununla birlikte bir defasında, adı tarihe Nayman Ana olarak geçen bir göçebe kadın, oğlunun başına gelenlere dayanamamış, onu kurtarmak istemiş. Efsane böyle anlatır. Ana-Beyit mezarlığının adı da buradan gelir. “Ana-Beyit” ‘ana barınağı, ana huzuru’ demektir. Sarı-Özek’in kızgın güneşine mankurt olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş. Asyalılar’ın saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanlar’ın işkencenin beşinci günü ’sağ kalan var mı?’ diye gelip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek verirlermiş. Köle zamanla kendine gelir, yeyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir mankurt imiş artık ve böyle bir köle, pazarlarda , güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Juan-Juanlar’ın arasında bir gelenek varmış ki buna göre , aralarında çıkan bir kavgada bir mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş.

Bir mankurt kim olduğunun, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık..

En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış. Sarı-Özek’in ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir mankurt dayanabileceği için, buralarda deve sürülerini gütme işi onlara verilirmiş. Böyle yitik yerlerde, bir mankurbir kaç kişiye bedelmiş. yanına yiyeceğini, içeceğini verince, kış demeden, yaz demeden , o ilkel hayata dönüşten dolayı sızlanmayı düşünmeden kalabilirmiş bozkırda. Onun için düşünmeden kalabilirmiş bozkırda. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş…

Bir tutsağın içine korku salmak için ona kafasının uçurulacağını ya da başka bir yerinin kesileceğini bildirmek; onun hafızasını silme, son nefesine kadar taşıyacağı ve başkalarının anlayamayacağı yegane kazancı olan bilincini kökünden yok etme cezası yanında hiç kalır. Bugün sosyal psikolojinin “kendine yabancılaştırılma, kimliksizleştirilme” anlamında bir terimi haline gelen Mankurtlaştırılma -mankurtizasyon- kavramını Türk kültür tarihinin derinliklerinden Cengiz Aytmatov Türk literatürüne tekrar kazandırmıştır.

Aytmatov Kimdir?
Cengiz Aytmatov 1928 yılında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bağlı olan ve Talas vadisinde yer alan Şeker Köyü’nde doğar. Babası Törekul Aytmatov, annesi Nagima Hamzayevna Aytmatova’dır. Memur olan babası 1937 yılında Stalin’in temizlik harekatının kurbanları arasına katılır. Kemikleri 1991 yılında bulunur. Aytmatov’un amcası da 2. Dünya savaşında ölmüştür. Annesi çeşitli memuriyetlerde bulunmuş bir kadındır. Dört çocuğunu kendi başına büyütmek durumunda kalmıştır. Cengiz Aytmatov ilkokula kendi köyünde gider. Babaannesi Ayımkan etrafında saygı gören bilge bir kadındır. İrticalen şiirler söyler, beş-altı yaşından itibaren torununu ninniler, masallar, efsanelerle besler. Aytmatov cok küçük yaşlardan itibaren ozanların atışmalarını dinler, sohbetlerine katılır. Şifahi kültürün çok canlı yaşandığı bu toprakların destani havası yazarı içten içe kuşatıp zenginleştir.

İkinci Dünya savaşının yokluk yıllarını babasız geçiren Aytmatov, çocuk yaşından itibaren çalışmaya başlar. On yaşında toprağı işler. Ondört yaşında şeker köyünde köy sovyeti kolhozu sekreterliğine getirilir. Bir yıl da vergi memuru olarak çalışır. Bu sıralarda, erkekler cephede savaşırken, köylerde kadın ve çocukların çektikleri sefalete şahit olur. 1946’da Kazakistan’ın Cambul şehrinde veteriner teknik okuluna gider. Bu okul bitince 1948’de Kırgızistan tarım enstitüsüne devam eder. 1953’de buradan veteriner olarak mezun olur.

Aytmatovun ilk eseri, 1952 yılında Pravda Gazetesi’nde yayımlanan Gazeteci Cyuda’dır. Bu hikayeyi 1957 yılında yayımlanan Yüzyüze takip eder. 1956-58 yılları arasında Moskova’da Gorki Edebiyat Enstitüsü’ne devam eden yazarın Cemile adlı hikayesi 1958 yılında Novy Mir (yeni dünya) dergisinde yayımlanır. Bu eseri büyük ilgi görür. Aytmatov şöhreti, bu eserinin Fransız şair Louis Aragon tarafından Fransızca’ya tercüme edilmesi ve Avrupa’da yayımlanması ile yakalar. Aragon bu hikayeye yazdığı önsözde Cemile hikayesi için “dünyanın en güzel aşk hikayesi” ifadesini kullanır.

Ey Alfred de Musset, Kırgız boylarındaki bu ağustos gecesini de, otuz yaşında hayatını ve gücünü hiç kaybetmediğini söyleyebilen bu gencide kıskanmalısın dostum!
“İşte şimdi burada, Villon’un, Hugo’nun, Baudelaire’nin, Paris’inde, kralların ve devrimlerin Paris’inde, ressamların yüzyıllık Paris’i olmakla övünen her taşı ya bir tarihi, ya bir efsaneyi hatırlatan şu Paris’te Werther, Bérénice, Antoine ve Kleopatra, Manon Lescaut, Education Sentimentale, Dominique, hepsi birdenbire gözümden düşüverdi. Çünkü ben Cemile’yi okudum. Roméo Juliette, Paolo ve Francesca, Hernani ve Dona Sol, artık bunların hiçbiri gözümde değil, çünkü ben ikinci cihan savaşının üçüncü yılı yazında, 1943 yılının o Ağustos gecesinde Kurkureu vadisinde bir yerde Zahire arabaları ile giden Danyar ve Cemile’ye, bunların hikayesini anlatan küçük Seyit’e rastladım.

Aytmatov, Cemile’nin yayımlandığı 1958 yılında Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ne girer. Aynı yılın sonunda Kruşçev’in anti-Stalinist kampanyası sırasında Sovyet Komünist Partisine ve Yazarlar Birliğine kabul edilir -Aytmatov’un partiye girmesi ancak böyle bir durumda mümkün olmuştur, çünkü Aytmatov’un babası Stalin muhalifidir. Sırf bu yüzden öğrencilik yıllarında bursu kesilmiş, babasının muhalif olmasından dolayı terslikler yaşamıştır.- Bu tarihten sonra hem Kırgız hem de Rus yazarlar arasında yerini pekiştirir. Bu yıllarda Literaturnyi Kırgızistan dergisi editörlüğünü, sonra beş yıl boyunca Pravda’nın Orta Asya muhabirliğini yapmıştır. Aytmatov 1963 yılında, İlk Öğretmen, Deve Gözü, Cemile ve Selvi Boylum Al Yazmalım adlı hikayelerinden oluşan Steplerden ve Dağlardan Hikayeler adlı kitabıyla Lenin Edebiyat Ödülü’nü kazanır. 1959-67 yılları arasında Novy Mir’in editörlüğünü yapar. 1968’de Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü kazanır. Aynı yıl Kırgızistan milli yazarı seçilir.
Cengiz Aytmatov’un edebi seyri bu yıllarda hikayecilikten roman yazarlığına doğru kayar. İlk romanı olan Toprak Ana 1963’de neşredilir. Yine aynı yıl yayınlandığında büyük heyecan uyandıran Elveda Gülsarı’yı kaleme alan Aytmatov, daha sonraki yıllarda çeşitli yayın organlarında hikayelerini yayınlatmaya devam eder. 1964’de yayınlanan Kızıl Elma ve 1969’da yayınlanan Oğulla Buluşma hikayelerinden sonra, yazar 1970’de edebiyat aleminde yankı bulan Beyaz Gemi romanını neşreder. Daha sonra 1972’de Asker Çocuğu hikayesini, 1975’de Kazak yazar Kaltay Muhammedcanov’la birlikte Fuji-Yama adlı tiyatro eserini,1976’da Sultanmurat, 1977’de Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek hikayelerini neşreder. 1980 yılında kaleme aldığı Gün Olur Asra Bedel romanı yazarın edebiyat hayatında izlediği yol bakımından önemlidir. Aytmatov bu romanında, Elveda Gülsarı’da temel işleyiş bozukluklarını dile getirdiği rejimin eleştirisini daha ileri götürmüş, Sovyet mantığını temelden sorgulayan fikirlerini yayınlamıştır.

Onun, milletinin birikimini tüm dünyaya duyurması kolay olmamıştır. Tarihte eşine ender rastlanacak bir baskı rejiminde, millete ait olan her şeyin talan edilmeye, unutturulmaya çalışıldığı bir ortamda söz söylemek, değerlerini savunmak, millete ait olana vurgu yapmak cesaretini gösterebilen Aytmatov, yıldan yıla daha yüksek sesle, sözlerinin altını daha kalın çizerek konuşur. İlk yıllarında Yüz yüze, Cemile gibi hikayeleriyle tanınıp sevilen Aytmatov’un bu hikayelerindeki başarısıyla topladığı ilgi, ona daha sonraki yıllarda Elveda Gülsarı gibi, Gün olur asra bedel gibi romanlarla, toplumsal problemleri tüm Sovyetlerin gündemine taşıma imkanı sunmuştur. Aytmatov 1986 yılında neşredilen Dişi Kurdun Rüyaları isimli romanıyla, yazarlık seyrini mahalli olandan evrensel olana taşımıştır. Bu romanda Hıristiyanlık dini baz alınarak rejimin dini hayat üzerindeki yanlış uygulamalarına, bunun bir neticesi olan uyuşturucu belasına ve bozulan ekolojik dengeye değinmiştir.

Aytmatov 1990’da yayınlanan Beyaz Yağmur ve Yıldırım Sesli Manasçı hikayelerinden sonra, aynı yıl Gün Olur Asra Bedel romanının devamı olan Cengiz Han’a Küsen Bulut’u yayınlar. Yazar bu eserinde Sosyalist rejime daha önce yazdıklarından daha sert eleştiriler yöneltir. Bu roman aslında yıllarca rejimin her katında bulunmuş birinin görgü şahitliği yapmasından başka bir şey değildir. Totaliter, baskıcı kafa yapısını bütün çelişkileriyle gözler önüne serer.

Devletin çıkarlarından daha önemli ne olabilirdi? Bazıları insan hayatının önemli olduğunu sanıyorlardı... Ne laf ya! Devlet bir sobadır ve yakıtı da yalnız insandır. Yakılacak insan olmazsa soba söner. Sönen, yanmayan sobanın da hiçbir yararı yoktur. Ama öte yandan bu insanlar devlet olmadan yaşayamazlar: Sobayı tutuşturan, yakan onlardır. Sobayı yanar tutmakla görevli olanlar da ona yakıt temin etmeliydiler. Her şey buna bağlı Aytmatov, başarılı bir edebiyatçı olması yüzünden devletten itibar görmüş, devletin çeşitli birimlerinde görev almış, bu sayede rejimin işleyişine tanık olmuş biridir. 1978 tarihinde Yüksek Sovyet Prezidium’u tarafından Sosyalist İşçi Kahramanı olarak ödüllendirilir. 1983 yılında Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü’nü ikinci kez kazanır. Gorbaçov döneminde Sovyet Parlamentosu Kültür ve Ulusal Diller Komitesi Başkanlığı ve Sovyet Yazarlar Birliği Sekreterliği görevlerinde bulunmuştur. Sovyetler birliği dağılmadan önce Gorbaçov’un beş danışmanından biri olan yazar, halen Kırgızistan’ın Luxemburg, Hollanda ve Belçika büyükelçilikleri görevini yürütmektedir.

“Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi milli gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın milli hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu milli olanın ötesine doğru genişletmek ve ‘evrensel’ olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar “tipik insan” ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.”
Aytmatov, milletinin tarih boyunca kazandığı sosyal, kültürel, ahlaki, edebi, askeri yani bütün maddi ve manevi zenginliğini eserlerine yansıtmış, yaşadığı coğrafyanın insanının tarih içinde kazandığı değerleri, acılarını, kahramanlıklarını, tecrübelerini yazıya döküp ölümsüzleştirmiş, halkının içinde düştüğü zor durumları eserlerinde en güzel şekilde anlatmış, onların çözümlerine dair ipuçları göstermiş, eserlerinde kendi ifadesi ile ‘tipik insan’ı ortaya koymaya çalışmış bir yazardır.

Hikayelerinde milletinin temel mülkü olan milli hafızaya ait efsane, destan, masal hikaye ve türküleri, bunların meydana geldiği şartları, ardındaki hikayeleri, insanları kullanırken, Kırgız Türk kültürünü, psikolojisiyle, duyuş ve anlayış tarzıyla, maddi manevi zenginliğiyle o kültürü bina edenlerin evlatlarına yeniden hatırlatmaya çalışmış. Hikayelerinde halkının değerlerini, dertlerini, varsa onun içindeki çürümeyi anlatan yazarın en önemli özelliği, özüne bağlılık, kendinden, halkından, coğrafyasından haberdar olma olarak kendini gösteriyor. Hikayelerinde, Kırgız Türklerinin zengin şifahi kültürüne ait efsaneleri, masalları, türküleri kullanışında gözlenen coşku da yazarın bu yanının en bariz göstergesi durumundadır.

Cengiz Aytmatov’un eserleri hayatından izler taşır. Hayat, onu halkının bütün sorunları ile çok küçük yaşlarından itibaren yüz yüze getirmiş, ona halkını tanımasını, onun genel halini anlamasını sağlayan bir çevrede yetişme imkanı sunmuştur. Savaş Aytmatov’un hatırasında silinmeyecek izler bırakır. Savaş için askere alınan yetişkin erkeklerin köydeki işlerinin hepsi, halkın sorunlarına çare bulmak, daha on iki-on üç yaşlarındayken onun ve akranlarının sırtına yüklenir. Cepheye gönderilen erkeklerin ailelerinin sorumluluğu, onların iaşesi, aralarındaki sosyal ilişkiler, bir yandan savaşa rağmen devam etmesi zorunlu olan zirai faaliyet, savaşın daha çok küçük yaşlarda Aytmatov’un sırtına yüklediği sorumluluklardan en görünürde olanlarıdır.
Aytmatov’un köy sovyeti kolhozu sekreterliği sırasında yaşadıkları, çektiği sıkıntılar, şahit olduğu zor durumlar eserlerine de yansımıştır. Toprak Ana romanında ve yüz yüze hikayesinde, ikinci dünya savaşında erkekleri askere alınan köylerde geride kalanların çektiği sıkıntılar etkileyici bir üslupla anlatılır. Eldeki yetersiz yiyeceğin muhtaç olandan başlanarak dağıtılması, dört gözle beklenen hasat zamanları, umutların hasat zamanına ertelenmesi, savaş yüzünden ürünün hemen hepsinin merkezden istenmesi, boşa çıkan umutlar, yine açlık, sefalet, bir yandan cepheden gelen ölüm haberleri, umutsuz bekleyişler, savaşın uzun sürmesi üzerine aşağı çekilen cepheye çağrılma yaşı, yine gidenler, ayrılıklar, gözyaşları... yani tek kelimeyle ve bütün zulmetiyle; savaş. Yazar eserlerinde salt bir savaş karşıtlığı fikri vermeye çalışmasa da, hikayelerinde halk, evlatlarını cepheye göndermesine rağmen savaşı sahiplenmemiş bir görünüm sergiler. Savaşın anlatıldığı bölümlerde bir savaş romantizmine rastlanmaz.

Aytmatov savaş yıllarını, kocasız kalan kadınları babasız kalan çocukların, oğulsuz kalan anaların acılarına şahit olmuş, asker kaçaklarını görmüş, geride kalanların birbirlerine yaptıkları acımasızlıklarını yaşamış. Hasılı bütün yıkıcılığıyla savaş ona hikayelerinde temel malzeme olmuş.

Savaş insanları hayal edemeyecekleri acıları çekmeye, ağırlığına tahammül edilemeyecek durumlarda kalmaya zorluyor. Ve böylesine zor durumları kelimelere dökmekte Aytmatov’un başarısı onun ustalığının kanıtı durumunda.

Eserlerinde Sovyet rejimine eleştiriler yönelten Aytmatov bunu önceleri daha özenli ifadelerle, sistemin genel yanlışlığını vurgulamak yerine işleyiş, uygulayış bozuklularına değinirken, ileri ki yıllarda yazdıklarında sistemi temelden sorgulamaktan çekinmemiştir. Elveda Gülsarı romanında gençliğini devrimin idamesine adamış biri olan Tanabay’ın dilinden, işleyişte yanlış giden bir şeyler olduğunu, gençliğinde kolayca terk ettiği eskilere ait uygulamaların aslında vazgeçilmez olduklarını -Bunu çok somut bir örnekle sunuyor. Tanabay, gençliğinde kullanılmasına karşı çıktığı, çobanların kışın yaylalarda kullandıkları keçe çadırların aslında şartlara en uygun barınaklar olduğunu yaşlanınca fark ediyor- söylerken, kendine ait olana karşı takınılan bu türden yanlış tavırlardan duyduğu rahatsızlığı dile getiriyor. Ancak yazar, Gün Olur Asra Bedel romanında rejimin dine, geleneklere ve halkın değerlerine yönelik tavrı keskin bir dille eleştirirken, kendi değerlerini unutanların, değersiz mankurtlardan başka bir şey olmayacaklarını ifade ediyor. Dişi kurdun rüyaları ve Cengiz han’a küzen bulut’ta ise Aytmatov, baskıcı sovyet rejimi, ve onun uygulayıcılarını tasvir ederken, totalitarizmin zaman ve mekana göre değişmeyen karakterini etraflıca irdeliyor. Dişi kurdun rüyaları romanında, boston adlı çoban, her yıl ürün talebini daha da artıran merkez yöneticilerine, topraklarının veriminin azaldığını bunun nedeninin de meraların, kimseye ait olmamaları dolayısıyla bakımsızlaşması olduğunu, çarenin toprakların, çobanların mülkü haline getirilmesi olduğunu, böylece sahiplerinin meralarına en iyi şekilde bakıp en yüksek verimi alacaklarını söylüyor. Boston’un bu talebi bunun sosyalizm ilkeleri ile örtüşmediği gerekçesi ile geri çevriliyor, ayrıca köyün en başarılı çobanı olan bu adam devrim karşıtı fikirleri yüzünden dışlanıyor, Hikayenin bu bölümüne yazar çoğunlukla çiftçi olan Kırgız ve Kazak halklarının rejimle olan sıkıntılarına değiniyor, sosyalizmin mülkiyet karşıtlığına dair sert eleştiriler yöneltiyor.

Aytmatov’un eserlerinden, eserlere konu olan Kazak ve Kırgız Türk boylarının din telakkileri hakkında da ipuçları çıkarmak mümkün. Eserlerinde yöre insanının din anlayışı, İslamiyet ve Şamanizm’in harmanlandığı, İslamiyet’ten uzak olmayan ama Şamanist unsurlarda içeren bir ‘töre’ anlayışı çerçevesinde şekillenmekte. Gün olur asra bedel romanında, kadim arkadaşı Kazangap’a layıkıyla bir cenaze töreni yapmak isteyen Yedigey, yeni yetişen neslin din ve gelenek karşısındaki aldırışsızlığına isyan eder. Dostu için yaptığı törende dini gereklilikleri ihmal etmek istemeyen, arkadaşının naaşını atasından gördüğü gibi kıbleye doğru koyan, Kur’an okuyan Yedigey, etrafındaki gençlere, cenazeyi nasıl gömdüğüne dikkat etmelerini, kendi ölünce de onu böyle gömmelerini öğütler. Burada yazar halk içinde din duygusunun kaybolmasına sebebiyet veren rejim ve onun uygulayıcılarına yedigey’in dilinden okuduğu lanetlerde, milletinin dininden, tarihinden, kendinden uzaklaşması karşısında duyduğu üzüntüyü dile getirir. Eserlerinden, her ne kadar dinden uzaklaşmış olunsa da yüzyıllardır insanların hayatlarını şekillendiren İslam’ın izlerinin toplum hayatından kolayca silinmediği anlaşılmakta. Lakin eserlerde at eti yeyip kımız içen, Atların tanrısına, Boynuzlu maral anaya dua eden karakterlerin varlığı, Kırgız ve Kazak Türkleri arasında alttan alta geleneklerde yaşayan Şamanizm’in kalıntıları olarak kendini gösteriyor;
Ey Isık-Göl, yeryüzü’nün gökyüzü’ne bakan gözü! Sana sesleniyorum ey suları buz tutmayan göl! Ey kutsal ebedi Varlık! Kadere hükmeden Gök tanr gözünü köpüklerine çevirdiği zaman, duamı O’na ulaştırasın diye, sana sesleniyorum... Yıldırım Sesli Manasçı’dan
Ey koruyucu Çoban Ata, koyunların koruyucu ruhu! İşte sürülerin ilk kuzusu! Onu kolla, bütün kuzuları kolla! Biz çobanları da kolla!... Elveda Gülsarı’dan

Aytmatov’un kuşkusuz en önemli özelliği romanlarında kullandığı folklorik malzeme. Halk ait olan her şeyden, kültüründen, coğrafyasından yani insanından haberdar olması Aytmatov’un farklı yanı. Destanlardan, masallardan, atasözlerinden söylentilere, fırtına habercilerine (halkın tecrübeleri) vs kadar. Bunların arasında efsaneler ve masallar ön plana çıkıyor. Beyaz gemi romanı ile efsane ve masalları eserlerinde daha ağırlıklı kullanmaya başlayan Aytmatov, Gün Olur Asra bedel ve onun devamı olan Cengiz Han’a Küsen Bulut romanlarında da efsanelere yer veriyor. Beyaz Gemi’de hikaye bir masala dayanıyor; Boynuzlu Maral Ana destanı. Düşmanları tarafından kılıçtan geçirilip kimsenin sağ bırakılmadığı bir kabilede düşmanlarının gözünden kaçan bir kız bir oğlan iki küçük çocuğun, yavruları insanlar tarafından öldürülen bir maral tarafından sahiplenilmesini anlatan masal Aytmatovun kaleminde iyiyle kötüyü çarpıştıran, iyiliğin pasif olamayacağına vurgu yapan bir hikayenin malzemesine dönüşüyor. Gün Olur Asra Bedel’de ise mankurt efsanesi ve raymalı aga ile begimay hikayesi anlatılıyor. Cengiz han’a küsen bulut’ta ise romana ismini veren efsane, han’ın üzerinde onun gittiği yere giden ve o iyilik yaptıkça orada kalacak olan bir bulut. Aytmatov, efsane ve masalları kendi hayalinde değiştirip onları konuyla ve zamanımızla örtüşen bir zemine çekiyor. Bir mülakatında, eserlerinde kullandığı efsane ve masalları orijinal halleriyle kullanmadığını, günümüz için daha çarpıcı olacak şekilde değiştirdiğini söylüyor.

Aytmatov’un eserlerinde yer verdiği bir diğer folklorik öğe ise türküler. Onun yaptığı sadece türküleri hikayede kullanmak değil, türküler hakkında bir hassasiyet oluşmasını sağlamak, onlara dikkat çekmektir. Nitekim hikayelerinde kullandığı türküleri, türkünün doğduğu ortamın şartlarıyla, ardındaki hikayelerle birlikte alır.

Eserlerinde birçok yerde türkülere verdiği önemin altını çizer;“... bir türkü söylenmektedir, ya genç yada yaşlı bir çobandır bu türküyü söyleyen. Dedem beni hemen durdurur: ‘bak dinle, der, böyle türküyü her zaman duyamazsın.’ Orada durup dinleriz. Dedem içini çekerek sesin geldiği tarafa bakar ve başını sallar.”“dedem diyor ki, geçmiş zamanların birinde bir han başka bir hanı tutsak almış. Bu han tutsağına: “Eğer istersen benim kölem olarak yanımda kalır uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen en büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm”, demiş. Tutsak han düşünüp cevap vermiş: “Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür daha iyi. Ancak öldürmeden önce herhangi bir çobanı buraya getirmeni istiyorum.” “Ne yapacaksın o çobanı?” “Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek istiyorum.”

Dedem diyor ki, işte böyle vatanlarının bir türküsü için canlarını feda eden insanlar varmış. Böyle insanları görmeyi ne kadar isterdim! Herhalde onlar büyük şehirlerde yaşıyorlar.“Türküyü dinlerken dedem kulağıma fısıldar: İlahi! Ne büyük insanlarmış eski insanlar! Ne türküler yakmışlar”

Aytmatov’un Kırgız şifahi edebiyatının ana unsurları olan masal, efsane ve türkülere yaptığı vurgunun altında, insanına kendini hatırlatma çabası vardır. Gün olur asra bedel romanında Abutalip adlı öğretmen halk içinde dinlediği masal ve türküleri yazıya dökerek gelecek kuşaklara aktarma telaşı içerisindedir.

Senden geniş nehir var mı ?Senden aziz yurt var mı Enesay?Senden derin bir dert var mı Enesay?Senden özgür olan var mı Enesay?Senden geniş bir nehir yok Enesay,Senden aziz bir vatan yok Enesay,Senden derin bir dert de yok Enesay,Senden özgür özgürlük yok Enesay,Enesay, Yenisey nehrinin kırgızca ismi.

Aytmatov’un başarısının ardında, onun, devasa Kırgız kültürünün yazılı edebiyattaki ilk temsilcilerinden biri olmasının yanında, kendi kültüründen, coğrafyasından, insanından haberdar olmak yatmaktadır. Beslendiği kaynak daha nice Aytmatov’lar çıkaracak gürlüğe sahiptir.[2]
[1] Metin Kaplan, Mankurtlaşma
[2] Mehmet Haldun, Aytmatov

Kaynak:http://anadoluhaber.blogspot.com

YORUMSUZ

BİR BEYİT

Kadı ola davacı ve muhzır dahi şahit
Ol mahkemenin hükmüne derler mi adalet.
Ziya Paşa

“Kadı davacı, mübaşir de şahit olmuşsa, artık o mahkemenin hükmüne adalet derler mi?”

BİR ANAKDOT
Kanuni Sultan Süleyman, aynı zamanda süt kardeşi olan Yahya Efendi’ye sorar:
- Bir devlet hangi halde çöker?

- Sultanım! Bir devlette zulüm yayılsa, haksızlık şayi olsa, işitenler de ‘neme lazım’ deyip uzaklaşsalar, sonra koyunları kurtlar değil de çobanlar yese, bilenler bunu söylemeyip sussa devlet çöker..

HER ŞEY YOK OLACAKTIR

Divan edebiyatında öyle şairler vardır ki şöhretleri çağlarını aşamaz. Çağları kapanınca şöhretleri de silinir gider. Ancak edebiyat tarihleri ya da antolojilerine alınan bazı beyitleri ile nesillere ruh ve mana vermeye devam ederler. İşte bu kabil şairlerimizden Kınalı-zâde Âli Çelebi bir beytinde şöyle der:
Eğerçi hâne-i pür-nakştır saray-ı cihân
Velî kitabeleri “küllü men aleyhâ fân”
(Dünya sayısız nimetlerle dolu bir evdir. Ancak kitabelerinde “dünyada her şey fanidir.” yazılı…)

İşte Divan şiirinin güzelliği…Âli Çelebi sayfalarla hatta ciltlerle anlatılabilecek bir hakikati bir beyte sığdırma becerisini göstermiştir. Bu; geniş bir kültür ve tefekkür hazinesi olan Divan şiirinden bir demettir. Bize düşen de bu demetten kâm ya da hisse alabilmektir.

Âli Çelebi dünyayı sayısız nimetleri olan bir eve benzetiyor.Bu evde yani dünyada yaşadığımıza göre elbette bu nimetlerden istifade edeceğiz. Zaten yaratılmış olan her şey insanın emrine âmâde kılınmamış mıdır? Öyleyse insan o nimetlerden faydalanacak, mal-mülk sahibi olacak, zengin olacak… İnsan gayedir, dünya ise araçtır. Bu nimetlerden faydalanacaktır. Bu, onun en tabii hakkıdır. Dünya hiçbir zaman bir çilehane değildir. “Bir hırka bir lokma” felsefesiyle yaşamak yer yüzünde Allah’ın halifesi olan insana yaraşmaz. Onun ilmi-irfanı, malı-mülkü milletine hizmet edecek, bütün mesele budur…Bundan gayrısı ise güft ü gûdan –dedikodudan- başka bir şey değildir.

Ancak Âli Çelebi bundan daha başka hatta çok daha önemli bir noktaya dikkatimizi çekiyor: “Yer yüzünde her şey fanidir.”

Bana sorarsanız dünya bir aldatmaca, oyun ve eğlence yeridir. Mevlana’ya sorarsanız dünyayı şöyle tanımlar:
“Dünya kendini yeni gelin gibi göstererek insanı aldatan, ama gerçekte büyücü bir kocakarıdır. Ona aşık olan zehirden şerbet içer.) (Mesnevî)

Oysa sahip olduğumuz her şey bir gün bizimle birlikte yok olup gidecektir. 17 Ağustos depreminde nice zenginlerimizin bir lokma ekmeğe muhtaç kaldığını televizyonlardan seyretmedik mi? Atalarımızın “para dediğin el kiri” vecizesini bir başka şairimiz Figâni bakın nasıl yorumluyor:
Âkil isen alemin nakşın görüp meyl eyleme
Köhne bir virânedir bünyâdı âb üstündedir
(Efendi! Akıllı isen dünyanın süsüne meyletme! Burası köhne bir viranedir. Gördüğün süsler de su üzerine çizilmiş resimler gibidir. Zinhar bir dalgalanma ile kaybolup gidiverir.”

Bu gün mal-mülk, makam-mevki, servet sahibi olabiliriz. Ama yarın olmaya biliriz de! Öyle değil mi? Hani o servet sahipleri, makam-mevki sahipleri nerede? Karun, Sultan Süleyman… Onlara kaldı mı bu dünya? Bize de kalmayacak. Kalıcı olan nedir o halde? Her halde Hakk’a riayettir, dürüstlüktür, adaletle hükmetmektir, servetini fakir fukaraya dağıtmaktır, iyi bir ad bırakmaktır. Bence bütün mesele budur.

Evet, insan çalışacak, kazanacak, servet sahibi olacak, dünyanın sayısız nimetlerinden azamî ölçüde faydalanacaktır. Lâkin kapısının üstündeki yazıyı da her gün okuyacak, hayatını ona göre tanzim edecektir:
“Dünyada bulunan her şey fanidir.”

YILMAZ KISA
EDEBİYAT ÖĞRETMENİ

İSTANBUL DENİZ MÜZESİ'NDEN TARİHİ GÜRÜNTÜLER

“Kronometre”
Peyki Şeref Korveti'nin kronometresi, 19. yüzyıl sonuna aittir. Kadranı sedefli olup, içinde ve kutusunda eski Türkçe ile "Peyki Şeref" yazılıdır. Ahşap kutusu, ajurlu metal süslemelidir. Hata etkenleri en aza indirilmiş, hassas saattir.

“Sultan Abdülmecit'e ait 7 Çifte Saltanat Kayığı”
Armuz kaplama ve kemanebaş formundadır. 1850 yılında inşa edilmiştir. Dış bordürü yağlıboya çiçek motifleri, iç bordürü ve oturakları, sedefli marketöri ile süslüdür. Baş kasara üzerinde gümüşten yapılmış kanatları açık bir kuş figürü ve önünde altın varaklı alem bulunur. Sultan Abdülmecit devrinde (1839-1861) yapılmış, daha sonra onarılarak II. Abdülhamit (1876-1909) tarafından da kullanılmıştır.Uzunluk: 24m. Genişlik: 1.75 m.


“Ertuğrul Yatı'na ait Arma”

Yekpare oymalı sancak, mızrak, balta, tabanca, top, kılıç, adalet terazisi, kornodan oluşan armanın üzerinde Sultan Reşat’ın (1909-1918) tuğrası vardır.Boyutlar: 27x45 cmErtuğrul YatıTipi : YatYapımcı : Armstrong, Mitchell and Co, Newcastle-upon-TyneTonaj : 900 tBoyutlar : 79.2x8.3x3.5 mTekne : ÇelikMakine tahriki : Buharlı, 2 şaftlıDenize indirilişi : 1903Hizmete Girişi : 1904Hizmetten çıkışı : 1937

“Akdeniz Haritası”

1461 yılında Trablusgarp’ta Mürsiyeli İbrahim tarafından ceylan derisi üzerine yapılmış Akdeniz haritasıdır. Seyir hizmeti görecek şekilde tasarlanmış Akdeniz, Ege ve Karadeniz’in tümü ile Batı Avrupa kıyıları ve İngiliz Adalarını içerir. Bu alan yaklaşık 27 derece - 54 derece kuzey enlem, 12 derece batı, 42 derece doğu boylam daireleri arasında kalır. 1:6.200.000 ölçeğindedir. Boyutlar : 53x89cm
“Kaval Top, 16. yüzyıl”
Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) Mısır Seferi'nde kullandığı darbzen toptur. Topun ağız kısmında Eski Türkçe yazı ile “Sultan Selim Şah İbni Beyazıt Han” yazılıdır.Namlu uzunluğu : 740 cmNamlu çapı : 25 cm




“Sultan Abdülaziz (1861-1876) Devrine ait Tuğra”

İki parça ahşaptan oluşan levhanın bordo renk bombeli merkezinde, Sultan Abdülaziz'in tuğrası vardır. Etrafı halat şeklinde bordürle çevrili olup, halat formunun etrafında yüksek kabartma kıvrımlar ve stilize yapraklar bulunur. Boyutlar : 40x77 cm